6
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
1913
Okunma


Soluk kırmızı koltuğunun
yalnızlığa eşliğiyle kıvrılmıştı esen rüzgara karşı.
Gözlerini kapatmaya bile mecali yoktu
ya da korkusundan mı karanlığa, bilemiyordu.
Sevdiği şarkıların suskunluğu daha iriydi dilinden.
Konuşsa, kendi sesinden korkacak.
Konuşsa, kime konuşacak?
Hem delirmemişti daha..
Sadece yalnızdı, bilirsiniz işte.
Rüyalarında bile
hep bir uçurtma, renkli göklerinde yalnız uçar
ve her uyandığında kendini hatırlardı.
Kalp atışları
zayıflığından bedenini savururdu.
İki avucunun arasında başı
ve saçları parmaklarının arasından,
rüzgar estikçe boşluğa savrulurdu.
Öyle ki kendini hatırlatırdı.
Yalnızdı işte, bilirsiniz nasıldır.
Zaman hiç önemli değildi acı çekmesi için.
İhanet etmişti ona göre mutluluk
ya da onun çekingenliğinden mi, bilinmez.
Bir kaç adım atsa belki
ve kucaklasa karanlığı, kurtaracaktı ruhunu bedeninden.
Ama bilemiyordu..
Buğuluydu camları,
tek bir pencere açıktı ve sesi soluğu çıkmazdı.
Bilirsiniz yalnızlığı..
Bilir misiniz?
Bir başına kalmak değildir yalnızlık.
Bir başın içinde binlerce düşüncenin, binlerce sesin
kemirmesidir beyni.
Yalnızlık, kendi içinde kurduğun acılar gezegenidir.
Ya karanlığı kucaklayıp yumarsın gözlerini
ya da karanlığın içinde açar gözlerini
ve aydınlatırsın dünyanı.
O karanlıktan korkmuştu..
Ne gözlerini açabilmişti ne de sarılabilmişti sıkıca..
Kemirmişti beynini sessizliği.
Ne yapacağını bilmiyordu.
Delirmemişti henüz,
en azından o öyle sanıyordu.
Ve hiç bitmemişti hüznü,
bitene dek şarkısı yalnızlığın.
Daha fazla dayanamıyordu karanlığa.
Savrulan saçları sanki kayboluyordu boşlukta.
Ve kendini hatırlıyordu.
Hayır, ölmemişti henüz,
en azından o öyle sanıyordu..
// Anıl Müçeoğlu
5.0
100% (10)