1
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
37
Okunma

Seni özlemek:
Bir başına Şehr-i İstanbul’un meftûn haliyle
başa çıkmak zorunda kalmak demektir.
Yüreğim daraldıkça sokaklar feryad figan ediyor.
Ben lâl oluyorum, gecenin sükûtu bile ürküyor.
Bu şehir, bana seninle nefes almayı öğretti.
Sen gidince göğün tavanı üstüme çöktü.
Yukarı bakmak boynumu büktü,
aşağı bakmak belimi kıran bir yük oldu.
Eskiden sabahlar, sabah gibi olurdu.
"Günaydın" demek için yüreğim nefesimden önce çarpardı.
Perdeleri açmak için hevesle pencereye
koştuğum sabahlarım vardı.
Güneş ise herkesin gördüğü
sıradan bir ışık gibi rastgele doğmazdı.
Bir heybet, bir ihtişam taşırdı.
Kudretiyle gözlerimi zümrüt yeşili aydınlatır,
kalbimi kuş gibi kanatlandırır, öyle doğardı.
Şimdiyse gün geceden özür dileyerek zuhur ediyor.
Ne gökler nûrunu saçıyor,
ne de gözlerim bakmaya heves ediyor.
Yolların dili tutulmuş,
sokakların nabzı atmıyor.
Kim bilir belki gerçekten öyle,
belki de sadece bana öyle geliyor.
Şimdi bizi sorsan kaldırım taşlarına
hafızasıyla ağlatır şu koca şehri...
Gece lambalarının küskünlüğü
kaldırımları canından bile bezdirdi.
Zaman kimseyi içeri almak istemiyor.
Kapılar var ama mühürlenmiş
açılmıyor.
Hani Boğaz’ın gazaplı suları gözlerime değip
kendi tarihini değiştirmek istemişti ya,
şimdi o sular "ben eksikliği" çekerken,
bana da "sen eksikliği" çektiriyor.
Su zerreleri kıyıya her vurduğunda
kendi içinde kırılıp
aşkın içinden birer birer sayfa koparıyor.
Yine de silik bir kandil nûruyla
yüreğimi teselli etmeye çalışıyorum.
Biliyorum, kendimi kandırıyorum.
Ama zaten herkes kendini kandıra kandıra yaşamıyor mu?
Aşk çoğu zaman herkesin kursağında
benimki gibi kalmıyor mu?
5.0
100% (1)