12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1941
Okunma
Bu akşam kızlarım ve arkadaşlarımla beraber Ahmet Yenilmez’in oynadığı tek perdelik bir oyun izledik... Oyunun ismi “SAFAHAT Mehmet Akif Dönüyor Ya Siz… Neredesiniz?”
Sözüm ona aklı başında geçinen iyi kötü bir şeyleri bilen eskilerin tabiri ile “mürekkep yalamış “ birileri diye tanınırız kendimizce… Aslına bakarsanız ben demişiz, biz demişiz, kâh ekmek parası, kâh fakir edebiyatı, kâh geçim derdi demişiz… Kavgalar etmişiz birbirimizle. Çıkarlarımızı öylesine ön plana almışız ki şu fena denilen alemde nice değerlerimizi unutmuşuz..Mehmet Akif derken, göğsümüz kabararak söyleriz şiirlerini.. Peki, biz Akif’e hak ettiği kıymeti vermiş miyiz? Yoksa verilmiştir elbet düşüncesinin gönül rahatlığı ile hiç O’nun hayatına dönüp bakmamış mıyız?
Bakmamışız dostlar pek çok değerde olduğu gibi, tarihimizin maalesef karanlık bir döneminin içinde Akif’i de o günün karanlık zihniyetinin ellerinde çileleri içinde unutmuşuz… Üzerimizdeki hakkını, nasıl olsa gereken yapılmıştır düşüncesi ile hiç merak etmeye bile gerek duymamışız..
Hak deyince aklıma çok sevdiğim kalem dostum kardeşim Ahmet Uysal geldi..”Heva” adlı bir şiir kitabı ile “bAŞKa Hayat” adlı iki kitabı olan bu güzel insan yeni bir kitabının da hummalı hazırlığında Allah rast getirsin derken onu da buradan selamlıyor ve Ahmet Uysal’ın güzel bir şiirini satır aralarında sizlerle paylaşmak istiyorum..Çünkü öylesine bu konu ile bütünleşti ki beynimde; bu güzel şiiri, bu geç saatte izin bile almadan yazıma kattım. biliyorum ki “Abla istediğin senin” diyecekti..Ondan da Allah razı olsun…
Oyunu izlerken şiirde satır aralarında beynimde döndü durdu.
kimse ellerimdeki acıdan kuşkulanmıyor
ve herkesin elleri gözlerimde
güneşi gördükçe büyüyor karanlığım
arsız bir çocuk çığlık çığlığa
yarıyor ırmağımı ortadan
ateşe at beni baba
toprak olayım yeniden
ellerim don vurmuş bir ağacın meyvesi
hak bana
bir avuç kül gibi hak
Sahi biz ellerimizde neler büyüttük bizi büyüten bu toprakları vatan etmek için gecesini gündüzüne katan her biri fazilet örneği insanlarımızı şimdiye kadar nasıl andık? Ne kadar anladık ve nasıl yeni nesillere anlattık?..
Oyunu oynayan Ahmet Yenilmez, bu oyunu yazan 21 yaşındaki İzmir’li bir gençten söz etti. Genç bir senaristten Uğur Uzunok’tan… Utandım yemin olsun ki utandım. Ben kırkı devirmişim yarı yaşımda ve bu denli ecdadından haberdar ve onu tanıtma gayreti ile eline kalemi eline almış çıkmış yola.. .Oyuncu o arada sordu; “Akif nerede ölmüş bilen var mı?” diye. Koca salonda yüzlerce insandan 15 bilemedin 20 el kalktı öldüğü yeri bilen bile yok..Ki, oraya giden halk topluluğu Akif’ten haberdar duyarlı bir topluluk..Bu duyarlı insan topluluğu dahi Akif’i bu kadar biliyor….Vay bize, vaylar bize demeden, hayıflanmadan edemedim o anda!
Neden bizim neslimize Akif öğretilmedi? Neden Akif’in emanetlerine sahip çıkmadı bu millet? Neden evlatları yokluk içinde bu yalan dünyadan göçüp gittiler.?.Biz ki vefakarız, biz ki kadirşinasız, biz ki tuz ekmek hatrı nedir bilen bir milletiz…Ya da en azından böyle tanındığımızdan bahseder dururuz. Biz nasıl kim olduğumuzu, bu denli unuttuk? Hele Akif söz konusu ise..Nasıl bu kadar duyarsızlaştık? Utandım gerçekten utandım..
Akif’in şiirlerinin her biri ata mirası. O ki İstiklal Marşı’nı hiçbir kitabına almadı. Bu milletin ordusuna, bu halka hediye etti. Benim değil dedi..Biz hediye karşısında şükran hissimizi bu gözü gönlü tok, ancak kendisi Anadolu toprakları kadar cömert ve yürekli adama ne kadar bildirdik..Tacettin dergahı ve camiindeki manevi atmosferi içerisinde güller, bülbüller arasında Asım’ın nesline “Korkma!” diye başlayan bu şiirde ki, ulusal marştan öte manevi gıda olan dizeleri bize yazan, hediye eden kalemin sahibine hak ettiği hürmetimizi gösterebildik mi?
Kumdan ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi
Lakin o ne hüsrandı ki hissetmedi gözler
Hâlbuki kaç bin senedir bekleşmedelerdi
Nerden görecekler göremezlerdi tabi
Bir kere zuhur ettiği çöl en sapa yerdi
Bir kere de ma’mure-i dünya o zamanlar
Buhranlar içindeydi bugünden de beterdi
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin
Salgındı bugün Şark’ı yıkan tefrika derdi
Derken büyüyüp kırkına gelmişti ki öksüz
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi
Bir nefhada kurtardı insanlığı o masum
Bir hamlede kayserleri kisraları serdi
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi
Zulmün ki, zeval akılına gelmezdi, geberdi
Alemlere rahmetti evet şer-i mübini
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi
Dünya neye sahipse onun vergisidir hep
Medyun O’na cemiyeti medyun O’na ferdi
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet
Ya Rab! Bizi mahşerde bu ikrar ile haşret
Âmin… Bizlere bu ve nice güzel dizeleri ile maneviyat iklimimizin havasını muhteşem bir esinti ile hissettiren bu büyük İslam şairini yeterince tanımamanın utancı ile geçtim bu gece de klavyenin başına.
Mehmet Âkif Ersoy, asıl adı Mehmet Ragif, 20 Aralık 1873 doğumludur. 27 Aralık 1936 da vefat etmiş. Baba tarafından Arnavut, anne tarafından Özbek asıllı Türk’tür. Cumhuriyet Dönemi şairi, veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur’an mütercimi, milletvekili olarak çeşitli kaynaklar da yapmış olduğu vazifesine dair bilgiler yer alır. "Vatan şairi" ve "milli şair" unvanları ile anılır. Çanakkale Destanı, Bülbül ve SAFAHAT en önemli eserlerindendir. Gel gelelim hepimizin bildiği gibi İstiklal Marşımızı davet üzere yazmış ve ödül olarak ortaya konulan 500 lirayı almaktan imtina etmiş, 500 lirayı Hilal-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışlamıştır. Ona göre Müslüman iş sahibi olmalıdır. Hele kadınlarımız kızlarımız mutlaka okumalı ve meslek sahibi olmalı diyerek bu inançla kadınlara meslek öğreten bu vakfa,o günlerde üstüne giyecek tek bir paltosu bile olmadığı halde tüm yokluğuna rağmen tek lirasına dokunmadan ödülü bağışlamıştır.
sergide bir tual gibi bakıyorlar bana baba
kimse boyamdaki tineri
kağıdımdaki yangını koklamıyor
çalı fırçalarla dokunuyorlar aklıma
aç çocuklar, çıplak kadınlar çiziyorlar ruhuma
yalnızlıkları öğret bana, bütün bildiğini
baykuşu, balinayı ve ağustos böceğini
ateşe at beni baba
adem olayım yeniden
yak beni
bir avuç kil gibi yak
Diyor sevgili kardeşim Ahmet Uysal bu güzel şiirinde.. Oyunu izleyip derinliğine bir Akif hayatının içine dalınca ben de Ahmet gibi yeniden “Adem” olmayı becerebileceksek yanmaya razıyım dedim içimden..Nelerle uyutup, neleri bizlere unutturmuşlar. Yazık olmuş bize, inançları yağmalanmış bir nesildik biz. Bunu her gün biraz daha anlıyorum .. Vaveyla va esefa bize..
Akif’in bize, bu ulusa katkısı asla inkâr edilemez… Peki, biz Onun için ne yaptık? Aslında “neler yapmadık ki!”olmalı bu sorunun cevabı… Hep beraber neler yapmışız bakalım dilerseniz;
Yazarı bulunduğu Sebilürreşad dergisini ’ Şeyh Said” arada sırada okuyormuş. O halde isyana senin dergin Sebilürreşad sebep oldu’ denilerek Akif’in dergisi kapatıldı. Sahibi Eşref Edip Fergan’da yakalanarak istiklal mahkemeleri tarafından idamla yargılanmak üzere tutuklandı... Ancak Mehmet Akif’i 24 saat takip eden bir polis hafiyesi arkasındaydı..Bu durum onu çok üzüyordu ve sıkılmıştı. Bu onur abidesi büyük insanın onuru kırılmıştı. Kurtuluşu için mücadele ettiği bu ülke, bu devlet Onun basit bir suçlu gibi takip etmekteydi.
“’Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum’ diyordu.” Bu nedenle çok sevdiği vatanından kalkıp Mısır’a gitti.
Ona reva görülen bu çirkin davranışları yapanlar arkasından; “Madem bu kadar vatanperverdi neden öz vatanını sattı da Araplara,kalkıp Mısır’a gitti?” söylentisi ile meydana çıktılar..
11 yıl Mısır’ da sefil hayatı sürdü. 63 yaşında çok hastayken, vefat etmesine yakın İstanbul’a geri dönmeye karar verdi. Vapur Çanakkale’den geçerken İstanbul’ un camilerini görünce ağlamaya başlayan şairin yanında sadece eşi İsmet Hanım vardı.
Onun geri gelişini hazmedemeyen kişiler ona vize veren konsolosluk hakkında soruşturma başlatmış ve bu soruşturma 5 ay sonraya; vefatına kadar sürmüştür.
Mehmet Akif’in İsmet Hanım’la evliliğinden Cemile, Feride, Suad, Emin ve Tahir isimli beş çocuğu bulunuyordu. Kendisi yokluklar içinde küskün incinmiş bir şekilde bu dünyadan göçüp giderken evlatları da yazık ki kendilerine reva görülen bu acı kaderi paylaşıyorlardı.
Mehmet Akif’in büyük oğlu Emin Ersoy askerlik görevini yaptığı sırada, koğuştaki arkadaşlarına Kur’an okuyup tefsir ettiği gerekçesiyle Divan-ı Harbe verildi. Tutuklanan Ersoy, çavuş arkadaşının yardımıyla askeri cezaevinden kaçarak, o dönemde Fransız manda yönetimindeki Kırıkhan’a kadar geldi. Kırıkhan’da yakalanan Ersoy ve arkadaşı Türkiye’ye iade edildi. Cezasını çeken talihsiz adam uzun yıllar yoksulluk içinde yaşadı.
Ve Milliyet gazetesinde yazan “Çetin Altan” Akif’in oğlu ile karşılaşmasını anlatır..Yokluklar içerisinde Çetin Altan’a gelmiş ve yardım istemiştir. Bir ay sonra ise cenazesi bir çöp bidonunun yanında bulunacak ve belediyece kimsesizler mezarlığına defnedilecektir..Bu gün mezarının yeri dahi belli değildir. Çünkü isimsiz bir taşın altında bu vefasız dünyadan göçmüş ve yatmaktadır.
Babası Mehmet Akif ‘ten kalan emekli maaşıyla geçinen küçük kızı Suat Ersoy da 1991 yılında üzücü olaylarla karşılaştı. Kızları Ferda ve Selma Argon’la birlikte Beyoğlu’nda yaşayan Suat Hanım bir kış günü evden atılmak istendi. Bu üzücü olayın gazetelerde yer alması üzerine dönemin Başbakanı Turgut Özal, Suat Hanım’a Halkalı’da bir daire tahsis etti. Ancak yokluklar nedeniyle. Evini satmak zorunda kalan Suat Ersoy Hanım, Kadıköy’de Vakıflara ait döküntü ahşap bir eve taşındı. Suat Ersoy Hanım bu evde zor günler yaşadıktan sonra yaşama veda etti. Sessiz sedasız cenazesi kimselere duyurulmadan kaldırıldı.
Mehmet Akif’in küçük oğlu Tahir Ersoy ise tercüman olarak çalıştıktan sonra emekli oldu. 2000 yılında da karaciğer ve kalp yetmezliğinden vefat etti. Emekli maaşı yeterli olmadığı için Ankara’da SSK’ya bağlı bir hastanede tedavi edilen Ersoy, daha sonra İstanbul’a getirilerek, Esma Hatun Hastanesi’ne yatırıldı. Ancak hastalık iyice ilerlemiş olduğundan tedavi sonuç vermedi ve Tahir Ersoy hayata gözlerini kapadı. Cesedine haciz konulan Tahir Bey’in cenazesi de Üsküdar belediyesince yine kimselere duyurulmadan kaldırıldı
Peki, Akif’in İstanbul’da Beyoğlu Semti’ndeki İstiklal Caddesi’nde bulunan Mısır Apartmanı’da öldüğü ev ne durumda diye sormayın. Ne hazindir ki o evin yerinde bu gün “367 bar” adıyla bir bar varmış… Bu bilgiyi bizimle oyun sonunda paylaşan Ahmet Yenilmez şu müjdeyi de verdi; ” Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan, 2011 yılını Mehmet Akif Ersoy yılı ilan etti. Doğum gününde artık bir merasim yaparsınız. Biz imza topladık ve İnşallah 2012 Mart ayında o bina Mehmet Akif Ersoy Müzesi adı altında hizmet verecek.”dedi..Biz bu büyük İstiklal şairinin tek bir hatırasına dahi sahip çıkmamışız sonra soruyoruz toplumdaki yozlaşmanın kaynağı ne diye? Buyurun bakalım tarihimiz de bunca büyük yeri olan Mustafa Kemal’e asker toplamak için cami cami gezen cepheden cepheye koşan bu büyük vatanpervere reva gördüğümüz hal ve ahvali görünce “Yarabbi yine de sen büyüksün.” demekten kendimi alamıyorum…
unutmuşum diyerek başlıyorum yaşamaya
nasılsa herkes özgürlükten yana
sen ne kadar tesadüfsen
ben de o kadar yalanım aslında
ama benden sonrası
ıslak yastıkta mutedil bir dua
benim ilk insanım sensin
senin son insanın ben
yarın gittikçe derinleşen boşluk hissi…
durmadan kanayan koca bir kalemden
şimdi kime ağlasam gölge
kimi yaşasam mezarım
ateşe at beni baba
sen olayım yeniden
bak bana
bir avuç kakül gibi bak
kimse ellerimdeki acıdan kuşkulanmıyor
gölgesine tutsak bir üşümeyle baş başayım
kırılıyor kirpiklerim derimden
herkes gözlerimi kelime kelime emiyor
dök yapraklarını artık baba kış üstüme üstüme geliyor
Bu gece kış inanın ki benimde üstüme üstüme geldi. Vefasızlıkla üşüdüm. İçim bir başka acıdı.. Bu nezih millet, bu vefakar millet ne şartlarda Akif’i unutmak zorunda kaldı, ya da bırakıldı...Bizi biz olmaktan alıkoyan, benimle inancıma rehber olan bu güzide ışıklardan beni mahrum etmek isteyen zihniyet utansın..Bu gün beni Akif’e karşı utanmışlıkla baş başa bırakan namert utansın…İnsan hakları diye diye bas bas bağıran ama sıra bu milletin evlatlarının haklarına gelince dut yemiş bülbüle dönen iki yüzlü Bâb-ı Âli utansın…Utanmayı bilmeyen, yalan söyleyen tarih utansın…
10 Şubat 2012 Vakit gece yarısını aşarken..
Perihan TUNÇOK KILIÇ
ESMİZE