11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1020
Okunma

Bütün gözler, trenin sürgülü kapısından paldır küldür içeriye giren yolcuya yönelmişti. Adam; kasketli, tek kaş ve kirli sakallıydı. Tahminime göre kırk kırk beş yaşlarındaydı. Biz ona o bize bakıyordu.
Bebeği büyümüş gözlerimizden "Dışarıda neler oluyor?“ sorusunu okumuş gibi “Yine kaçak yolcu vakası. Velet; kompartman şefinden önce kapıya yakalanmış. Neyse ki ucuz kurtulmuş. Kolu kopmadığına şükretsin!” dedi çarpık dişlerini göstererek. Ardından birkaç adım atıp benim iki sıra önümdeki koltuğun yanı başında durdu. Tozlu bavulunu üst rafa gelişigüzel koydu ve koridor tarafına oturdu.
Olayı ne kadar da rahat anlatıyordu böyle! İster istemez kaşlarım çatılmıştı.
“Ne olur amca beni trenden indirme. Ankara’ya mutlaka gitmem gerek” diyen çocuğun sesini kulağım onca gürültünün arasından tanımıştı. Daha fazla duramazdım. Hemen yanına gitmeliydim.
“Bir dakika lütfen! O benim yakınım!”
Çocuğun başındaki kalabalık bir anda heykel diye kaskatı kesilivermişti.
İşittiğim; inişsiz çıkışsız, perdesiz, düpedüz benim sesimdi. Üstelik hayatımda ilk kez bu kadar güçlü ve kararlı çıkıyordu.
Benim kızıl kafam: “Ablacığım” diyerek kollarıma atıldı ve sıkı sıkı boynuma sarıldı. Paltosunun kol kısmını yukarı doğru sıyırarak küçücük ellerini avuçlarımın arasına incitmeden aldım. “Çok acıyor mu?” dedim en yumuşak ses tonumla. Başını iki yana doğru salladı. Acıyı yüreğinin derinliklerine saklamayı nerede öğrenmişti acaba? Yanaklarını öptüm. Sonra bir kez daha öptüm. Beraberce kompartmanıma geçtik ve çantamı omzuma taktığım gibi aynı istikamete geri döndük.
“Hanımefendi tren hareket etmek üzere. İnemezsiniz!”
“İnmek zorundayım. Sıcağı sıcağına ağrısını sızısını hissetmiyor olabilir. Onu hastaneye götüreceğim” dedim kararlı bir şekilde.
Son cümlem de hareket eden trenin vagonlarına takılıp gitmişti. Şimdi sadece kızıl saçlı çocuk ve ben vardım. Bir de terk edilmiş ama her daim güçlü olan demir raylar.
Sağnak yağmurun arasından küçücük bir damlayı avuçlarımın arasına almış gibiydim. O yere düşmemiş, sele karışıp akıp gitmemişti. Şimdi o damlayı yüreğimin sıcaklığıyla sarıp sarmalamalıydım. İkimizin de yarası görünür yerde değildi. Bunu ben değil yüreğim söylüyordu.
Bu defa "Adın ne?" sorusu kızıl saçlı çocuktan gelmişti. "Yasemin" dedim gülümseyerek. Peki senin diye başlayan cümlem tamamlanmadan "Benimki de Burak. Ama herkes garip diye seslenir” dedi bir solukta.
Dünyaya, vakti zamanın birinde “Tepeleme Gariplikler Diyarı” diye bir ad takmıştım. Gariplikler zincirinin ucu açıkmış olmalıydı ki nereye gitsem yeni bir halka gecikmeden ekleniveriyordu. Ben tam kadro kimseliydim de neremden belliydi.
Taksiye doğru ilerlerken “Burak’cığım evinin telefonunu söyler misin?” diye sordum. Başını yerden kaldırmıyordu bir türlü. Sorumu yineledim. Başını iki yana salladı.
İstasyonun hemen önündeki taksilerden biri hafif öne doğru çıktı. Belli ki sıra ondaydı. Arka kapıyı açtım ve Burak’ı yavaşça oturttum. Ben de şoförün yanındaki koltuğa oturdum.
“En yakın hastaneye gideceğiz. Yalnız biraz hızlı gidebilirseniz sevinirim”
Taksi şoförü “Tamam abla!” dedi dikiz aynasından gözlerimin içine bakarak.
Burak’ın elinin üstü hafif şişmişti. Kolunda da hafif kızarıklık vardı. Önemli bir şey yok gibi görünüyordu ama bunu doktordan duymadıkça rahatlayamayacaktım.
DEVAM EDECEK
Aysel AKSÜMER