18
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
2507
Okunma

M A R A B A
MARABA !...
22. 01. 2006
Köyde, ağanın lütfettiği, dambacalı-kerpiç’den yapılmış, bir odadan ibaret sözüm ona, evde oturn, dört mesim gece gündüz, bütün fertleriyle, ağa için, köle gibi çalıştırılan, ailenin, erkeğine verilen isimdir ; MARABA
Usta terziler elinde biçilmiş, giysiler gibi yakışmıştı üstüne ismi. Kara bir leke
gibi ilişivermişti, sağrısına dağın. Bereketten yoksundu toprak ve benizleri sarı-sarıydı insanların. Kerpiçen yapıları, sayıklayan hastaları, ince baca dumanlarıyla, bir yürek yarasıydı "Gülmezler" köyü...
İlk yapının temelini km atmış, kim takmıştı ismini. Hükümete, vergi urganıyla bağlıydılar. Yılın belirli aylarında, tahsildarlar gelirdi. Bazan da baş efendiler. Biri para alır götür, diğeri sopa getirirdi . Bahara yeni çıkmışlardı, keseleri boş, gönülleri yine de umut doluydu.
Yuvarlak omuz başları, geniş kalçası ve biçimli bacaklarıyla eksiğini bütünlüyordu bu köyün ; "Gülsüm"... Çorak toprağa inat, yeşil bir göldü gözleri Gülsüm (!) ün... Aşağı dönük alt dudağı, öpülmek için yaradılmıştı sanki..
Babasına, "eğri-göz" Yusuf derlerdi, şaşıydı çünkü, üstelik, kırpış-kırpış bakardı yüzüne insanın. İçeri göçük alnı, semerli burnu, sırtındaki kamburuyla yaşı geçkin bir akbabayı anımsatıyordu. Bu yüzden bütün köy, ağız birliği etmişçesine ; Ulan Eğri-göz, "Bir aynaya dön birde Gülsüm’e bak, sonra da gerçeği söyletmek için, git döv anasını..." tanrının günü, takılıp-dururlardı ona...
Bu saçmalıklar karşısında, hiç sesini çıkarmaz, kenarları çapaklı ağzını hafif sola kaydırır, belli belirsiz acı-acı gülümserdi. Yaradan Gülsüm ’ ünü kendisine benzetmiş olsaydı, yoksulluk bir yana daha mutlu olurdu Yusuf.
Haziranın ortasına gelmişlerdi. Toprak şarha-şarha yarılmıştı yağmursuzluktan. Çöpe dönmüştü boyunları çocukların. Hayvanlar ölüyordu bir-biri ardısıra, her gün-her gece.
Köyün ortalık yerindeki çeşmeye bakardı penceresi Yusuf ’un. Ama evden başka herşeye benziyordu bu başlarını soktukları delik. "Hey..." diye bağırınca, "buyur ağam.." diyebilmesi için verilmişti, bu bir gözcük dam onlara.
Hatırı sayılır bir göbeği, elma gibi yanakları, şehirde mağazaları, koca-koca konakları vardı adamın. Ama... tek kelimeyle, bu köyün bulutları kadar insafsızdı Hurrem bey...
Güneş Keçikalenin doruğunda, puslu kış günlerinde olduğu gibi parlıyordu. Samyeli estiğinde hep böyle olurdu. Şah ’ tan bu yana, alnının şah damarı şişesiye çalışmıştı. Temerküz (esir) kamplarını bilmezdi Yusuf. Sağ bacağını kalçasından vermişti gavura babası.. Buna dair hikayeleler dinlemişti, çocuk kulakları eskiden, bunu biliyordu yalnızca...
Şekilsiz kafasının içinde, bulanık sularda ki balıklar gibiydi düşünceler. Küreğin sapını sol koltuğunun altına dayamış, yerle-göğün birleştiği yere bakıyordu. İrkildi birden, çünkü ağasının sesiydi bu. Yedi iklimin ötesinden gelse, bu "hoyrat sesi" yine tanırdı.
"ula gavat" diyordu yine... Gözleri dolu-dolu, saçları diken-diken olmuştu. Samyeli esmiyordu ama Yusuf ’ un içinde fırtınalar vardı... Ağa herşeyden habersiz, işi alaya almıştı yine.
Bana bak "eyri göz", Gilsüm için, anasına nasıl çalıştıysan, tarlamda da o denli gayretli olmanı isterim...
Yumuşak huyluydu Yusuf. Söylenenleri hiç işitmemişçesine, küreği usulca yere bıraktı ve dırıltısına döndü arkasını, yürüdü.
Kölenin davranışı ağaya çok dokunmuştu. Bağırıyordu ; Yusuf....Yusuf... Kanlıgeçitten yankıyordu, Hurrem ’ in çirkin sesi, karanlıkda kayboluyordu.
Vakit gece-yarısını çoktan geçmişti, hava leş kokusu sinmiş gibi ağırdı, boğucuydu, vakitsiz ötüyordu horozlar, uzun-uzun ulumaları bu yüzdendi köpeklerin.
Gülsüm ile anası, Yusuf ’ un belirsiz zamanlarda gelişine alışıktılar. O akşam, her zamankinden erken yatmışlardı. Üzerlerine ölü toprağı serpilmiş gibi aralıksız devam ediyordu uykuları.
Paslı menteşeleri gıcırdadı, köhne kapılarının. Bir gölge süzüldü içeriye, dibi-köşeyi yadırgamıyan ayakları vardı bu adamın. Hadiselere gebeydi karanlık... Adam sandığı açtı yavaşça, Gülsüm sola döndü, iniltiye benziyen bir sesle, "sen misin Buba ?.." dedi.
Adam, hiç ses çıkarmadı. Avucunda ki usturanın ağzını sıvazlıyordu, sol eliyle.. Aradan iki dakika bile geçmemişti ama, uykuya yeniden daldığına emindi Gülsüm ’ ün. Başucunda diz çökmüş, sol eliyle de bir yastığı kavramıştı. Bu yastık biraz sonra, bütün ağırlığıyla ağzını kapıyacaktı kızın.
Ne kadar güzeldi burnu Gülsüm ’ ün... Ucu hafiften yukarı kalkıktı, soludukça açılıp-kapanan ince kenarlı delikleri, deli ederdi delikanlısını -dedesini, "Gülmezler Köyü’nün".
Haklıydı Yusuf : Eyrigözün kızı, ya şaşı olmalıydı ya da kendisi gibi çarpık burunlu... Tekrar sıvazladı ağzını usturanın, sonra... sonra da bir feryat ki... dağlara-taşlara...
Güzel burnu yoktu artık Gülsüm ’ ün... Gülsüm güzel de değildi artık... Kızcağız acıdan, anası Kuru Hacer korkudan bayılmışlardı. Dramların en acıklısı oynanmıştı, Eğrigöz’ün damında, karanlık kadar korkunçtu sessizlik..
El yordamıyla buldu çarıklarını, ağlar gibi gıcırdadı, paslı menteşeleri kapının. Dışarıya çıktığında, samyeli esiyordu yine.. Kurbağaların sesini dinledi uzun-uzun. Sonra da, bir sirk cambazının çevikliğiyle tırmandı üstüne çeşme duvarının.
Ellerini göğe uzatmış, başını geriye doğru kaykıtmıştı. Gülüyor... gülüyordu... Ezan sesine karışıyordu, kahkahaları Yusuf ’ un...
..................
[ italik