8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1107
Okunma

Büyük düşünürlerin küçük düşündüğünü gördünüz mü hiç.. Büyük şehirleri de küçük sorunlarla anmak imkansız. Sanki yüzölçümlerine paralellik gösteriyorlar.Boşuna mı demişler Allah dağına göre kar verirmiş diye. Gerçekten de öyle..
Gürültü kirliliği, yeşil alandan ziyade beton yığını görmek, trafik bir hayli yoruyor insanı.. Hele bir de denizi olmayan bir memleketteyseniz yaz ayları daha da bir çekilmez oluyor.
Ankara’nın kuru sıcağından uzaklaşıp; denizin serinliğini hissetmek, dalgaların sesini dinlemek, sahilde güneşin doğuşu ve batışını izlemek, her şeyden uzaklaşmak ve dinlenmek için ailece bir haftalığına Antalya’ya gittik.
Türkiye’mizin cennet köşelerinden birisi Antalya... Tarihi ve kültürel yapısı, denizi ile haklı olarak gurur duyduğumuz bir şehrimiz. Daha önceki yıllarda üç kez gitme şansım olmuştu bu güzel şehre. Bu sene değişiklik olsun diye daha önce görmediğimiz Side’ye gittik.
Nereye baksanız tarih kokuyor. Hiç bir manzarayı kaçırmamak adına insanın elinden fotoğraf makinası düşmüyor. Her şey mükemmeldi. Hatta aşırı sıcağıyla tanıdığım şehrin ısısı bile bizi çok bunaltmadı desem yeridir.
Kaldığımız hotelden deniz tamamen görünüyordu. Bizimle çok ilgilendiler evimizde gibi hissettik kendimizi. Her gün yaptıkları detaylı temizlik, çarşaf değişimi ile pırıl pırıldı kaldığımız oda. Oldukça hijyenik bir ortamdaydık. Daha önce de çok otelde kaldık ama böyle temizlik başka bir yerde görmedim diyebilirim. Tek eksik patron internete şifre koymuş. Resepsiyon görevlileri biz dahi bilmiyoruz şifreyi dediler. İnternet de olsa muhteşem olacaktı ama temizlik, güzel çalışan klima ve güleryüzlü insanlar bu açığı kapatmaya yetti. Biz de internet cafeler sağolsun dedik.
Esnaf ve bizim dışımızda çok fazla Türk’e rastlamadık diyebilirim rahatlıkla.. Kendi ülkemde yabancı olan benmişim gibi hissettim kendimi. Resmen her ülkeden insan vardı. İngiliz, Fransız, Alman ve Ruslar, sapsarı saçları, uzun ve düzgün fizikleriyle Side’nin sokakları podyumdan farksızdı.
Bütün esnaf kendi dükkanının önüne bir sandalye atmıştı. Gelen geçen turiste mal satabilmek için önce ahbaplık kuruyor sonra neredeyse kolundan tutuyordu içeri sokabilmek için..
Herkes kendine göre dertli yiyecek üzerine çalışan bir vatandaşımız bize sitem ediyor. Bakmayın bunların güzel giyindiklerine hepsi çapulcu, cimri bir kuruş harcamazlar. Bakın ellerinde bir poşet var mı? Bunlar ülkelerinden indirimli turlarla gelirler. Otelin verdiği yiyeceğin dışında bir gram yemezler. Anca kuru kalabalık yaparlar böyle.. Nefret ediyorum hepsinden diyor.
Gözlemlerime göre esnaf yabancı dil kursundan sertifika almışcasına güzel konuşuyor. Merak edip soruyordum nasıl bu kadar güzel konuşuyorsunuz? diye.. Mecburuz abla diyorlardı. Konuşa konuşa ilerletmişler.
Bütün restoranların yiyecek içeceği malum turistlere göre ayarlanmış. Hiç değişmemiş. Bu sene farklı olarak kumru, patates kızartması, sandviç satan bir dükkan keşfettik. Side de kumpir satan bir yer bulamadık. Bizim gibi kumpir aşığı bir aile için büyük kayıptı..
Bilmediğim bir usulünü daha öğreniyoruz ilerleyen günlerde. İşlerimiz nedeniyle zaman zaman Manavgat’a gitmemiz gerekiyordu. Dönüşümüzde görevliler her seferinde aracımızı sağa yanaştırıyor ve sorguya çekiyordu. Her seferinde kaldığımız otelin anahtarlığını gösteriyor ve geçiyorduk yani problem yoktu.
Son gün yine üstünde kaldığımız hotelin adını yazan anahtarlığı göstererek gireceğimizi sandık. "Durun" dedi görevli. Eşim ve ben meraklı gözlerle baktık neden diye.. Görevli sert bir şekilde: "Bakın buraya kafanıza göre girip çıkamazsınız. Saatleri var. Zaten 60 civarında ev var, bir de oteller.. giriş çıkış için saatler koyduk. Şimdi siz, bizim izin verdiğimiz saatlere göre gelmediniz. Dolayısıyla sizi içeri sokamayız."
Zıtlaşırsak içeri hiç alınmayacağımızı farkettik. Rica ettik bavullarımız otelde, zaten yarın öğleden sonra gideceğiz vs. dil döktük. Ama yabancılar el üstünde tutulurken, bu şekilde sert bir tutumla karşılaşmamız hoşumuza gitmedi. Netice de biz de turistik amaçlı gittik oraya ve kimse bu usulden bahsetmedi bize.. Meğerse öğleden önce 11.00’e kadar, öğleden sonra ise 15.00-19.00 saatleri arasında araba ile geçişe izin varmış. Bu da bize bir tecrübe oldu..
Ertesi gün herşeyimizi toparladık. Koca bir yıl deniz göremeyeceğiz belki.. Son kez denize girelim dedik. Çocuklar bizden önce gittiler. Eşim ve ben her zaman girdiğimiz plajda yüzüyoruz. Deniz mükemmeldi dalga az ve ısısı ne soğuk ne sıcak tam bizim istediğimiz gibi. Derken iki çocuğun çığlıkları ile irkildik. Avazları çıktığı kadar bağırıyorlar fare var fare var diye.. Ben ve eşim birbirimizin yüzüne bakıyoruz denizde farenin ne işi var diye.. İnanmayacaksınız ama çocukların gösterdiği yere bakınca maalesef söylediklerinin doğru olduğunu gördük. Hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Fareden uzaklaşmaya çalışıyoruz ve biraz daha uzağa doğru yüzüyoruz ki akıntıyla gelmesin diye.. Çıkarken kayalara ayaklarımı çarpmışım. Biraz yara bere çıktık denizden. Eşim beni sakinleştirmeye çalışıyor. "Pek çok gemi geçiyor, gemilerde fare çok olur herhalde öyle gelmiştir sahile doğru" diye.. Sonra görevliler gelerek davetsiz misafiri denizden sahile doğru sopalarla ittiler ve bir poşete koyup attılar.
Bizim çocukların denize girdikleri yer daha uzaklarda bir yerdeydi. Baktık çok güzel yüzüyorlar. Önce denize girmek istemedim. Sonra çocukların "anne bir şey olmaz, sizin yüzdüğünüz yer buradan bayağı uzaktaydı, son gün gir boşver" dediler ısrarcı bir tutumla.. Evet girdik yeniden yüzdük denizde. Ama ilginç ve iğrenç bir anı olarak hafızama yeretti bu olay..
Belki de hayvan yüzmeyi bilmiyordu. İmdat da diyemediği ve can yeleği olmadığı için boğuldu kimbilir.. Ama keşke ben görmeseydim..
Aysel AKSÜMER