4
Yorum
14
Beğeni
0,0
Puan
367
Okunma

Bazen insan çocukluğun küçük evlerine, eski pencerelerin ardına saklanmak ister. O evlerde mutfağın köşesinde annemin tarçınlı sütlaçı dururdu; ya da bir kış gününün üzerine hafifçe serpiştirilmiş tarçın kokulu aşuresi… Ama kokudan öte, o anların ruhu vardı. Bir yudum çay, bir parça kömbe ve sedirdeki konuşmalar… Hepsi sıradan görünürdü belki ama içimi doldururdu.
Tarçın, sadece bir baharat değildi; bir bağ kurucuydu. Göz göze gelmeden bile bir cümlenin içinden geçer, bir gülüşün hafifliğinde gezinirdi. Bir arkadaşın saçına takılan tarçın taneleri gibi… Bazen sessizlik yetiyordu ama yine de konuşurduk. Uzun uzun… Birbirimizi anlatmak için değil, birlikte olmak için.
Çocukluğumun taş duvarlı evlerine dönerken, köşede babanem, sedirde ablası Nazik halamla oturur bulurdum zaman zaman … İkisi de daha çocuk yaşlarından beri, gözlerinde yılların ağırlığı, yüreklerinde kayıpların acısı okunurdu. Çeşka çiftliğinde doğmuşlar; toprağın kokusu, samanın dili, rüzgârın hafifliği sinmiş üzerlerine. Çeşka, anlatıldıkça büyüyen bir evrendi bizim için,her köşesi muhabbet, her adımı hatıra dolu.
Bazen kaybettikleri ağabeylerini anarlar… Bir anda sesleri titrer, gülüşleri hafifçe çözülür. Hem ağlar hem gülerler. Tarçın kokusu mutfaktan gelen
sütlaçta, sıcak ekmekle ve yarım cümlelerle karışır; odanın içinde dolaşırdı. Ben ise sessizce dinlerdim. Her kelime, her kahkaha, her duraksama bir mucize gibi doldururdu içimi.
Ben ders çalışır gibi yapardım. Ama aslında onlar konuşurken ben büyürdüm. “Hatırlıyon mu bacıııımm, yağmur yağıyordu bir günde ,biz gaybolduk ta , Müzafer dayım bulmuş yerimizi, ağam çok kızdıydı emme heçde gıyamadıydı sona gurban ulduğum… " Kitaplarımın sayfaları titrerdi sanki; kelimeler kulak kabartırdı.
Onlar konuşmaya başlayınca yaşları küçülürdü. Nazik halamın çatlak kahkahası bir anda genç bir kız neşesine döner, babanem dizlerini birbirine vurup “Ay bacııım, hatıllıyon mu?” diye söze girerdi. O “bacıııım” hitabı bile şefkatle kurulmuş bir köprüydü.
Çeşka çiftliği, benim için hep eski masalların durduğu bir sandıktı. Soğuk sabahları, toprak kokusunu, çocuk sıcaklığını anlatırlardı. Samanların arasında saklanan sırları, taş yollara düşen gölgelerini… Ben o an ders değil; onların çocukluğunu dokunurdum.
Sonra muhabbetin düğümü gelirdi. Hep gelirdi kaybettikleri ağabey… Odanın içinden tarçın kokusu bile çekilir, yerine derin bir nefesin hüzünlü yarası havada asılı kalırdı .
“Ah Esat ağam…” derdi babanem. “Bir gülerdi ki ev çiçek çiçek açardı .”
Nazik halam başını eğer, sesi incelirdi: “Biz ondan sonra hiç tam gülmedik.” derdi ve ağlardı.
Çocuk hâlim anlamazdı ama hissederdi. Bazı acılar konuşuldukça hafifler, bazıları ise konuşulduğu yerde derinleşir.
Bir kahkaha gelir ardından. Bir şaka… Hüzünle neşenin yan yana durabileceğini o akşamlarda öğrendim. O denge insanı hem kavurur hem de ayakta tutar.
Babanem bana seslenirdi sonra: “Kızım, sen dersine bak. Kulağını bize verme ayııppp.”
Ama o cümle aslında şunu söylerdi: “Bak, bunları sakın unutma.”
Ben de ders çalışır gibi yapar, içeriden onların her kelimesinin altını çizerdim.
Nazik halamın sesi, çocukluğumun en tanıdık fon müziğiydi.
Ben masanın başına çöker, defterimi açar, matematik problemlerini yenmeye çalışırken, onlar sedirde eskinin tarçınlı kış akşamlarını yeniden kurarlardı. Sanki sobanın üstünde kaynayan tarçınlı su, o odada konuşulan her hatıraya kendi sıcaklığından bir parça bırakırdı.
Onlar madalcıydılarda, hani o uydurma masallar. Yani demem o ki masallar bile tarçın kokardı.
Bazen Nazik halamın sesi yükselir, “Hatıllıyon mu Feride?” derdi.
Bazen babanem hafifçe iç çeker, “Unutulur mu hiç bacım?” diye cevap verirdi.
Seslerindeki o tuhaf kırılmayı ben daha o zamanlar tam anlamazdım;
gülmekle ağlamak arasında bir çizgi olur ya, insanın sesi aynı anda iki duyguyu taşır mı , taşıyordu…
Onlarda hep o vardı. Çocuk aklımla anlam veremezdim ama kalbim o kırılmayı hep duyardı.
“Çeşka Çiftliği başka yerdi,” derdi Nazik halam.
“Toprak bile insana dosttu orda. İnsan insanı yorandan değil, yarasından tanırdı.”
Ben kalemimi bırakır, başımı kitabın üstüne koyar, seslerini daha iyi duyabilmek için sessiz sessiz kulak kesilirdim.
Onların bana fark ettirmeden anlattığı bütün dünya, ders kitaplarımdan çok daha öğreticiydi.
Babanem bazen kahkaha atar, bazen “Aah aah o Esat ağamın telaşı yok muydu?” diye dertlenir, bazen bir ismin arkasından sessizlik çökerdi.
İşte o sessizliği çok seviyordum.
Çünkü o sırada odada bir ağırlık olur; tarçın kokusu, sanki bir annenin yumuşak eliymiş gibi mis gibi sarardı hepimizi.
Onlar konuşur, ben büyürdüm.
Her cümleleri bir merhem, her kahkahaları yeni bir ders…
O gün muhabbetleri birinin elinden düşürdüğü tespihin taneleri gibi dökülür, yuvarlanır, odanın dört bir yanına dağılırdı.
Ben, çocukluğumun en güzel şeylerini hep onların o tarçın kokulu muhabbetlerinden öğrendim:
Sabretmeyi…
Sevmeyi…
Kederin bile bir ağırlığı ve bir asaleti olduğunu…
İnsanın insana yurt olabileceğini…
Çeşka’nın rüzgârı, o eski evin duvarları, kayıp bir zamanın ayak izleri…
Hepsi onların sesinde yeniden can bulurdu.
Ve ben, sobanın yanında ders çalışan küçük bir çocuk değil…
Yavaş yavaş hayata kulak veren bir insan oluverirdim.
Tarçın kokusu hiçbir zaman sadece çayın içinden gelmezdi. Konuşuldukça havaya karışan hatıralardandı o. Biraz gülüş, biraz hüzün, biraz özlem… Bugün bile biri “tarçın” dese aklıma ilk onların sesi gelir. Biri ince, biri tok; biri neşeli, biri sabırlı… Ama ikisi de çocukluklarına döndükçe aynı yaşta.
Ve şimdi biliyorum: O muhabbetler kolay geçiştirilen şeyler değildi. Hayatı anlamanın küçük kapılarıydı. Gülüşlerin ardına saklanan gözyaşı, basit anların içindeki büyük anlam… Hepsi geleceğe bırakılmış küçük bir not gibiydi:
Hayat basit şeylerde güzeldir. Ve insanı ayakta tutan, küçük anların sıcaklığıdır.
" Onlar ve o yanık uzun hava türküleri hiç unutulmadılar"
Peri Feride ÖZBİLGE
14.12.2025