4
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
1771
Okunma
Dört kardeştiler. İkisi filizlenmiş, dallanıp budaklanmaya başlamıştı, diğer ikisi henüz tomurcuk… Ama rüzgâr sert esti. Anne ve babalarını peş peşe kaybedince, savruldular. Bir ağaç gövdesine tutunacakken, dallar birbirinden koptu. En büyük ablalarını, henüz çocukken yuvadan uçurdular. Ağabeyleri askere gittiğinde ise, iki küçük gül dalını akrabalara emanet etti. Gözü arkada kalmadı, kalmamalıydı. Ama izin dönüşü, kardeşlerinin artık yerinde olmadığını öğrendi.
Küçük gül dalını, bilmediği bir şehrin yüksek kapıları ardında, zengin bir ailenin yanında evlatlık vermişlerdi. Erkek kardeşi ise başka bir köyde, çeltik işçisi yapılmıştı. Ağabey, o an anladı; bazı yolculuklar geri dönüşsüzdür. Bir yolcu gibi değil, evinden sürülmüş biri gibi hissetti. O gün, soyadını değiştirdi. O gün, kalbinin haritasında bazı yolları sonsuza dek sildi. O gün, bir yemin etti: Dağılan ailesini, ne pahasına olursa olsun, tekrar bir araya getirecekti.
Yıllar geçti…
Küçük gül dalı, dört kumalı bir evin gölgesinde büyüdü. Ona "bacı" dediler, sarıp sarmaladılar ama o hep eksikti. Genç kız olup olmadığını bile fark edemedi. Çünkü hayat, ona çeyiz sandığı değil, ekmek tekneleri taşıttı. Sonra bir gün, onu da başka bir köye, yetim büyümüş bir gençle evlendirdiler.
Yoksulluk herkesin kaderiydi, o da şikâyet etmedi. Üç evladını kara toprağa verdiğinde bile, “Allah verdi, Allah aldı” dedi, sustu. Altı kızı oldu, bir de oğul... Evin direği, hayatın yükü sırtında ama başı hep dikti. Omuz omuza verdiği yiğidiyle, mücadele etmekten vazgeçmedi.
Ama bir gün, başını yasladığı dağ yıkıldı. Kartal kanatlı yiğidi, bir hastane odasında kalbine yenik düştü. O an, yılların suskunluğu gözlerinden yağmur gibi aktı ama yine de şikâyet etmedi. Yalnızca bir kez dizleri titredi. Oğul… Oğul başkaydı.
Oğlunun bir çift sözü, koca bir hayatı alt üst etti. Evini, anılarını, yılların emeğini, bahçesindeki dut ağacını bile geride bırakıp, bir bohçaya sığdırdı. “Ana, bizimsin,” dediklerinde, içi titredi. Kim bilir, belki de ilk kez sığınacağını düşündü. Ama bilemezdi ki, “Bir örtüye sığan baş, bir yere sığmıyordu.”
O koca dünya, şimdi bir valize hapsolmuştu. Her üç ayda bir, başka bir kapıya taşındı. Bazen iç çekişlerini yorganının altına sakladı, bazen yüreğinin haritasında kayboldu. Yine de tek bir gün, evlatlarının hayatını zorlaştırmadı. Gözlerini gökyüzüne kaldırdı, “Şükür…” dedi.
Ve bir gün…
O, hayata ne verdiyse, hayat ona tek bir şey borçluydu: Huzurlu bir son.
Sabah saat 09:30’da, en sevdiğinin yanında, sessizce çekildi hayattan. Yatak yüzü görmeden, çile çekmeden, bir sabah meltemi gibi süzüldü bu dünyadan. “İyi ki…” dedi geride kalanlar, “Hiç acı çekmedi.”
Ama onlar bilemezdi…
Bir insan en çok, yaşarken acı çekerdi.
Şimdi…
Bugün, ayrılığın kırkıncı günü.
Çok istemişti bir evim olsun, duydu ama göremedi.
Durup durup sarılmıştık, belki de bir daha hiç sarılamayacağımızı biliyorduk. Ve öyle de oldu.
O gün, kalan son hatırasını aldım elime. Küçücük, yeşil bir cüzdan…
İçinde bir ömür saklıydı.
Ama bu dünya, ona borçluydu.
Savrulan bir aileyi bir araya getiren, dört mevsim bahar gibi duran, bir ömür boyu “şükreden” küçük gül dalına borçluydu.
Huzur içinde uyu, ananem…
peri feride ÖZBİLGE
12 Mart anısına...
10.0
100% (1)
5.0
100% (1)