9
Yorum
14
Beğeni
0,0
Puan
425
Okunma

Bir zamanlar, Yozgat’ın taş sokaklarında cıvıl cıvıl seslerimiz vardı bizim.
Mahallenin bahçelerinde koşan, toprak kokusunu ciğerlerine çeken çocuklar…
Annelerimizin ocakta fokurdayan çorbası, soğuk kış sabahlarında parmaklarımızı ısıtan o bereketli elleri kadar güvenliydi.
Her evin bahçesi ayrı bir dünya; her kapı ardında ayrı bir hikâye saklıydı.
Biz, bahçeden bahçeye koşar, komşunun penceresinden seslenir , bir avuç un, bir bardak şeker isterdik; aynı rahatlıkla da verir, paylaşırdık.
Bu, bizim neslin alışkanlığıydı, doğamızın bir parçasıydı.
Okul çantamızın içinde yalnız defter kalem yoktu;
yolda bulduğumuz bir taşın hayali vardı,
öğretmenden yediğimiz fırçanın terbiyesi vardı,
teneffüste paylaştığımız yarım ekmeğin kardeşliği vardı.
Biz, annesinin elini tutup okula giden değil,
annesinin elini öpüp okula teslim edilen nesildik.
Çünkü bizde sevgi saygıyla harmanlanır, sorumluluk küçücük yaşta öğrenilirdi.
Çocukluğumuzun rüzgârı başka bir rüzgârdı.
Uçurtmamız göğe değdiğinde dünya hafifler,
topaç dönerken zaman döner, misket yuvarlanırken hayallerimiz de yuvarlanırdı.
Bir seksek çizgisinin içine koskoca bir ömrü sığdırabilirdik.
Çivili futbolu, beş taş, ip atlama, yakan top, saklambaç, seksek, uzun eşeği…
Her oyun bir ders, her düşüş bir öğrenmeydi.
Biz büyüdükçe şehir büyüdü ama kalpler küçüldü;
o yüzden hiçbir çağ bizi tam olarak içine alamadı.
Biz, büyüklerin yanında bacak bacak üstüne atmayı ayıp bilen; kimse duymadan ağlamayı erdem sayan; dostuna kefil olmayı insanlık borcu gören bir nesildik.
Ego kelimesini bilmezdik ama gururun ağır yükünü omuzlarımızda taşırdık.
Psikologlara gitmezdik ama komşu teyzeye içimizi döküp ferahlardık.
Zenginliğimiz yoktu ama yoksulluğun inceliğini bilirdik.
Yoksulluk, paylaşmayı, sabrı, emeği ve değer vermeyi öğretirdi bize.
Biz, annesine babasına “yük olurum” kaygısını hiç yaşatmayan;
evladın ebeveyne değil, ebeveynin evlada yük sayıldığı bir zamana denk gelmeyen;
şanslı, mahzun, derli toplu bir kuşağız.
Ailelerimizin evlat gibi kabul ettiği arkadaşlarımız vardı bizim.
Köşede küskün oturanı eve götürüp sofraya ekmek uzatan, öğretmeninin elini görünce kalbi titreyen bir nesil…
Mahallemiz öyleydi; kabadayı dediğimiz bilekli ve yürekli delikanlı bizi soyan değil,
koruyan, kollayan bir ağabeydi.
Yozgat’ın taş evlerinde, kömür sobasının başında, annemizin bereketli elleriyle pişen yemeklerin tadı vardı.
Her lokma bir paylaşım, her yudum çay bir sohbet… Kış akşamlarında hedik yerdik, arabaşı yutar , masalların büyüsüyle koyardık başımızı yaptığımıza. Huzurla uyurduk sobanın tavana vuran alevinin ışığında..
Komşu komşuya emanetti; herkes birbirinin çocuğuna, evine, gönlüne bakardı.
Küçük bir ekmek dilimi bile sırayla paylaşılırdı.
Bugün çocuklar ekranlara bakarken, biz gökyüzünü takip eden çocuklardık.
Hayat bize öğretilmedi; biz hayatla güreşerek öğrendik.
Her düşüşümüzden ders aldık, her kırıklığımızla büyüdük.
Özlemle karışık bir hüzünle… çünkü biliyorduk ki zaman akıp giderken, bir daha o sokaklar, o oyunlar, o annelerin sıcaklığı geri gelmeyecek.
Ve şimdi, “65 yaş üstü” diye tek kalemde toplanıp bir rakama indirgenen o insanların içinde,
gençliğinde koskoca memleketi omuzlamış bir kuşağın kalbi hâlâ çarpıyor.
Biz, yaşımızı değil geleneğimizi taşırız.
Maske de takarız, mesafemizi de koruruz; ama insanlığımızı saklamayız.
Çünkü büyüklerimizden böyle gördük:
Herkes kendinden sorumludur, ama herkes birbirinden emanettir.
Bazen düşünüyorum da…
Biz, bin yıllık bir kültürün kapısından içeri giren son nesil olabiliriz.
Son “biz” diyebilenler…
Son vefa şahitleri…
Son sokak çocukları…
Son hakiki “komşu”lar…
Ve bu yüzden bize küçümseyici bir bakışla değil;
bir dua kadar saygıyla yaklaşılmalı.
Çünkü dünya modernleşirken, insanlık bizde kaldı biraz.
Kaldı ama eksilmeden, lekelenmeden, eğilip bükülmeden…
“Tek başına ‘ben’ olabilirsin, ama insan ancak ‘biz’ olunca tamam olur.”
Peri Feride ÖZBİLGE
11.12.2025