Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Hüzünlü peri
Hüzünlü peri

YARIM KALAN VATAN DESTANI...

Yorum

YARIM KALAN VATAN DESTANI...

6

Yorum

19

Beğeni

0,0

Puan

551

Okunma

YARIM KALAN VATAN DESTANI...

YARIM KALAN VATAN DESTANI...

"2015 yılında Fizik tedavi ve rehabilitasyon hastanesinde tanıdım Sıla ve sevgili annesini. Annesi bir kaza sonucu omurilik felci olmuş, tedavi görüyordu ve dünyalar güzeli Sıla annesine refakat ediyordu. İkisi de kalın örgülü saçlarıyla, bakmaya doyamayacağınız bir güzellikti. Sıla kırmızı yanaklı , kocaman ela gözlü bir ceylan. Gamzelerinde minik serçeler oynaşırdı. Bir güler , bir ağlardı. Gülünce bademler çiçek açar, ağlayınca gül bahçesine yağmurlar yağardı. Kısa zamanda çok sevdim Sıla’yı ve bilge annesini..Kalbimin yerini değiştiren hikayesini dinleyince onu daha çok sevdim..."

Sıla ve Umut, ilk kez ilkokul sıralarında karşılaştıklarında, birbirlerine zıt iki kutup gibiydiler.
Çocuklukları ilkokulun o soğuk taş duvarlı koridorlarında başlamıştı; tebeşirin tozu havaya her savrulduğunda kaderleri de birbirine incecik bir çizgiyle bağlanıyordu.Sıla, ağırbaşlı, sessizliğiyle sınıfa huzur veren, uzun iki örgüsü sırtında bir su gibi akan; Sıla’nın saçları, iki uzun örgü… Ama o örgüler, sırf saç değildi; çocukluğun sabrını, sessizliğini, kız çocuğu olmanın ağırbaşlılığını taşıyan iki kara kitap gibiydi.
uysallığıyla öğretmenlerin gözdesi olan bir çocuktu. Ve Umut… O örgülerin her telinde gizli bir muzipliğin izini sürerdi. Çeker, kaçardı; ama o kaçış, bir oyun değil, ileride adını koyamayacağı bir sevdanın en eski alfabesiydi. Umut gözünü budaktan esirgemeyen, deniz mavisi gözleriyle insanın içini titreten, yaramazlığıyla sınıfın bütün durağanlığını bozan bir fırtına gibiydi. Umut’un en büyük eğlencesi, Sıla’nın örgülerini arkadan hafifçe çekip koşa koşa kaçmak; sonra dönüp onun kızgınlıkla karışık utangaç bakışlarını izlemekti.

Sıla’nın gülüşü iç Anadolu’nun sabah ayazında açan tek söğüt yaprağı gibiydi.
Umut’un gözleri ise Aydın sabahının denizini getirirdi sınıfın içine.
Biri su, biri toprak…
Biri sükût, biri fırtına…
Ama iki karşıt uç, aynı atlasın iki ucunda yürüyen iki çocuktu onlar.

O oyunlar…
Belki iki çocuğun habersiz şakalarıydı ama aslında kalplerinin derinliklerinde, kimselere söyleyemedikleri ilk kıvılcım çoktan yanmıştı. Masum bir sevda, teneffüslerin telaşında, defter aralarına saklanan küçük bakışlarda sessizce filizleniyordu.
Ve farkında bile olmadan, çocuklukları bir platonik sıcaklığın ince tülüne sarılmıştı.

Lise ikinci sınıfa geldiklerinde hayat, iki genç yüreğin üzerine ağır bir ayrılık kondurdu. Babalarının tayinleri çıkınca, Sıla Ankara’nın serin rüzgârlarına; Umut ise Aydın’ın sıcak, tuz kokulu havasına savruldu. O günden sonra ikisi de, içlerinde kıvranan o platonik sevdayı kimselere söyleyemediler. Ayrılık, sanki kalplerinin içine ince bir bıçak gibi saplanmış; her yeni gün, sessiz bir kanama başlatmıştı.

Sıla, Ankara’nın gri kaldırımlarında yürürken Umut’un çocukça gülüşünü hatırlıyor; Umut, Aydın’ın akşamüstlerinde esen meltemi yüzünde hissederken Sıla’nın örgülerinin kokusunu duyuyordu. Mektup yazacak cesaretleri yoktu; ama ikisinin de birbirine seslenen görünmez işaretleri vardı. Bazen ders kitabının arasına düşen bir cümle, bazen şarkıda duyulan bir kelime, bazen okul bahçesinde izledikleri bir bulut
Onların kalplerini birbirine bağlayan ip, işte bu görünmez küçük hatırlayışlarla hiç kopmadı.

Yıllar sonra kader, iki genci yeniden Ankara’nın kavuşmalara tanıklık eden kampüslerinde buluşturdu. Sıla, Hacettepe’nin taş merdivenlerinde ağır adımlarla ilerlerken; Umut, Askerî Tıp’ın kalabalığında öğle yemeği sırasında tepsisini taşımaya uğraşıyordu. Yüzlerce sesin arasında hiçbir şey duymadı ama bir şey hissetti.

Bir an… sadece bir an…
Kalbi, yıllar önceki o örgü çekişlerini, o kızgın utangaç gülüşleri hatırlattı.

Ve gözleri, kalabalığın içinden bir ışık gibi süzülen kıza takıldı:
Pembe yanaklı…
Badem gözlü…
Saçları hâlâ aynı iki örgüyle rüzgârı yarıyordu.

Umut’un adımları istemsizce hızlandı.
Sıla başını kaldırdığında, göz göze geldiler.

Umut sanki yılların hasretini tek bir anda sırtından atarcasına ona sarıldı, havaya kaldırdı; kalabalık bir anda susmuş gibi oldu. O kucaklayış, yıllar boyunca içlerinde biriken bütün korkuyu, özlemi, yarım kalmışlığı bir nefeste eritti.

Aşk, o gün yeniden doğdu ama bu kez iki çocuk arasında değil…
Zorluk görmüş, hayatı tatmış, olgunluğun gölgesine oturmuş iki yüreğin arasında.

Ama hayat, iki genç yüreğin tam yeniden filizlendiği anda yüzüne soğuk bir rüzgâr gibi çarptı.
Bir akşamüstü kapı çaldığında, Sıla’nın bütün dünyası tek bir cümleyle yerle bir oldu:
“Babanız bir trafik kazası geçirdi…”
O gün, Ankara’nın sokakları bile matem tuttu; sanki bütün şehrin ışıkları kısılıp Sıla’nın acısına saygı durdu. Babası artık yoktu.

Annesi ise kazadan ağır yaralı kurtulmuş, omurgasında ömür boyu taşıyacağı bir hasar bırakmıştı.
Annenin ilk uyandığında söylediği şey bile bir annenin kaderi gibiydi:
“Ben iyiyim kızım… Sen ağlama.”
Ama Sıla o gün çocukluğunu gömdü; o günden sonra büyümek zorunda kaldı.

Okul, dersler, kariyer… Hepsi bir anda önemini yitirdi.
Sıla, üniversiteyi bırakıp çalışmaya başladı; annesine hem evlat, hem yoldaş, hem de dayanak oldu.
O sıralar Umut, eğitimini tamamlamak üzereydi.
Sıla’nın acısını duyduğunda, bütün sınırlarını aşarak staj yerinden Ankara’ya geldi.
Çünkü onun gözünde Sıla, sadece sevdiği kadın değil; yaşamının yönünü belirleyen pusulaydı.

Umut, Sıla’nın elini tuttuğunda kızın parmakları buz kesmişti.
O an, hayatın hiç kimseye adil davranmadığını gördü; ama bir kalbi korumanın, bir omzu sahiplenmenin ne kadar kutsal olduğunu da anladı.
Ve tüm cesaretiyle, yüreğinin bütün açıklığıyla sordu:
“Benimle evlenir misin Sıla?”

Sıla, gözlerini kaçırdı.
Sevmediğinden değil…
Zaten onu çocukluğundan beri seviyordu.
Ama annesi yatalaktı, evde tek bakıcı oydu, gelirleri yoktu, sorumluluk çoktu.
Ve o, kendi mutluluğunu annesinin acısının üzerine basarak kuracak kadar bencil değildi.
Titreyen bir sesle:
“Biraz zaman… Ne olur zaman ver.”
dedi.

Ve işte tam o anda hasret başladı.
Bir ömür sürecek, hem yakacak hem büyütecek bir hasret.

Umut, Askerî Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra Hakkari Yüksekova’ya, bir taburda doktor olarak göreve başladı. Onun görevi silah omuzlayıp dağlarda çatışmaya girmek değildi; ama dağların, pusuların ve gece baskınlarının nefesi, oradaki herkesin kaderine dokunurdu.
Sıla ise evdeki sorumluluklarla boğuşurken, kalbinde sakladığı tek liman hâlâ onun mavi gözleriydi.

İkisinin hayatı, aynı göğe bakan ama farklı yönlere yürüyen iki yıldız gibi ayrılmıştı artık.

Babası yoktu artık… Ama insan bazen eksilen bir kolunun yerini tamamlamak için iki kat çalışıyordu.
Sıla, bir sabah camdan içeri sızan solgun güneşe baktığında bir karar verdi:
“Ben yarım kalmayacağım.”
Aynı acı, onu hem incelten hem de güçlendiren bir demirci çekici olmuştu.

Gazi Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği’ne kaydolduğunda, kampüsün taş yollarında yürürken babasının sesi kulağında çınladı:
“Okuyan kız, dünyayı omzuna değil, aklına taşır.”
İşte o gün, Sıla’nın içindeki kor yeniden tutuştu.

Gündüzleri okuyor, akşamları çalışarak annesine destek oluyor, geceleri ise ders notlarının arasında kendini Umut’un hayaline yaslarken buluyordu.
Telefon ekranına bakıp açılmamış mesajları görmeden bir damla gözyaşı döktüğü geceler çoktu.
Çünkü her “nasılsın?” sorusu, Hakkâri Yüksekova ’ya ulaşmayan bir çığlık gibiydi.

Umut haber gönderdikçe, kelimeler aralarındaki mesafeyi aşan ince köprüler oluyordu.
Ama Sıla yine de hep sessizdi; bir taraftan özlüyordu, diğer taraftan onu o zorlu coğrafyada tedirgin etmemek için güçlü görünmek zorundaydı.

Sıla’nın kaderindeki en keskin dönüş ise, bir şehit çocuğunun gözlerinde gördüğü o derin, sessiz kuyuyla oldu.
Bir gün okulda, parmak aralarına tutunmuş çamurla gelen bir çocuk ona şöyle dedi:
“Ablam, babam şehit oldu… Öğretmenler beni anlamıyor.”
İşte o an, Sıla’nın kalbine çivilenen acı kendi acısı değildi yalnızca; bir milletin yüküydü.

Ve böylece kendini sosyal yardım projelerine adadı.
Şehit ve gazi çocuklarının eğitimi için gönüllü oldu; onlara yalnızca okuma yazma öğretmedi, kaybettikleri umut kırıntılarını avuçlarına geri bıraktı.
Bazı çocukların gecenin ortasında kabuslarla uyandığını gördü…
Bazılarının evde yiyecek ekmek bile bulamadığını…
Bazılarının annesinin gülmeyi unuttuğunu…
Onlara destek olmak, Sıla’nın yaşamına sadece anlam değil, bir tür kutsallık kattı.

Her yardım kolisinde Umut’un sıcaklığı vardı.
Her dersin satır aralarında onun kahkahasının izi…
Sıla, bir çocuğun saçını okşarken aslında Umut’un başını okşar gibi hissediyor;
Her tebessümünde, Umut’un “Sana inanıyorum.” diyen gözlerini hatırlıyordu.

Sevdiği adam uzaklarda nöbet tutarken, o da şehirlerde acı nöbetleri tutuyordu.
Birbirlerine görünmeyen dua yollarından bağlanmış iki nöbetçi gibi.

Sıla artık sadece bir öğretmen değildi.
O, yüreğini çocuklara pay eden bir anne, acıları omzuna alan bir bacı, unutulan umutları yeniden yeşerten bir ışık olmuştu.

Ama tüm bu iyiliklerin arka planında aynı gerçek vardı:
Sıla, her adımında Umut’un adını taşıyordu.
Sevdiğini unutmak değil, onu yaşatmak için çalışıyordu.

Kader, insanı ansızın yoklar.
Ama bazı yoklamalar vardır ki insanın nefesini söküp alır.
Umut’un sesi, bir gece yarısı Sıla’nın telefonunda ince bir rüzgâr gibi belirdi:
“Birlikte biraz hareketlilik var , yaralılarımız var. Birkaç gün görüşemeyebiliriz güzel gözlüm.”
Ardından gelen sessizlik…
Uçurumun kıyısında sallanan bir dua gibiydi.

Sıla o gece kapı aralığından içeri süzülen ay ışığına baktığında, göğsünde tanımlayamadığı bir ağırlık hissetti.
Sanki Hakkâri’nin keskin rüzgârları, Ankara’nın apartman boşluklarından geçip yüreğine çökmüştü.
Bir öğretmen masasında açık duran kitap, sayfasından düşen yaprak misali kendi kendine kapandı.
Her şey, bir şey söylemeye hazırlanıyordu…
Ama kelime yoktu.

Ve o kelimesiz gecede dağlar konuştu.
Baskın yiyen bir karakola destek için sağlık ekibiyle birlikte yola çıktılar. Yaralı askerleri almak, hayatta kalanları kurtarmak, nefesi kesilmek üzere olan çocukların yaşamla bağı olmak için…

Dönüş yolunda, karların sessizliğiyle örülmüş dar bir vadide, PKK’nın kurduğu pusuda konvoy hedef alındı. Umut’un içinde, daha üniversite yıllarından beri taşıdığı o gülüş, o sevda, o hasret, bir anda derin bir sessizliğe büründü. O gece, vatan toprağına düşen kar taneleri kadar sessiz bir şekilde, Umut ve yanındaki askerler şehit oldu.

Sıkılan kurşunlar yalnızca metal değildi;
Bir ülkenin geleceğine sıkılmış soğuk nefeslerdi sanki.
O gece kar, Hakkâri’nin zirvelerine beyaz değil, sessiz bir ağıt gibi çöktü.
Gök, mermi seslerinden yarıldı.
Dağlar, bir şehidin düşüşünü kendi taş kalplerine kazıdı.

On sekiz genç yürek…
Hepimiz uykularımızda, kendimize ait rüyalar görürken,
Onlar gözlerini vatan için kapadı.

Sabah olduğunda haber tüm ülkeye düştü ama en çok bir kadının kalbine düştü:
Sıla’nın kalbine.

Televizyonda beliren şehit fotoğrafının maviliği, Sıla’nın içindeki nehirleri yerinden söktü.
Umut’un gözleri hâlâ güler gibiydi ama artık dünyaya dönmeyecek bir yerden bakıyordu.
O an Sıla dizlerinin üzerine çöktü.
Evde bir sandalye devrildi.
Kalbi sanki çiviyle duvara asılmış bir saat gibi durmuştu.
İçindeki zaman akmayı reddetti.

O an tüm dünya sustu.
Sadece bir kadının içinden yükselen sessiz çığlık kaldı geriye.

Birinin sevdiği ölünce, insanın içindeki sesler önce ölür.
Sonra nefesler eksilir.
Sonra dünya bir miktar küçülür.
Sıla’nın dünyası bir şehidin bedenine sıkıştırılmış gibiydi.
Dar, ağır, karanlık.

Haberler geçti, insanlar üzüldü, ülke matem tuttu…
Ama ateş, yine düştüğü yeri yaktı.
Hiç kimse Sıla’nın içindeki yanığı göremedi.
Çünkü o yangın ölümü değil, yaşarken yüreğini kaybetmenin sessiz yangınıydı.

Umut’un tabutu bayrağa sarılı geldiğinde Sıla, yüzünü örtüyü kaldırmadan toprak kokusuna yasladı.
Toprağın nefesi soğuktu.
Ama o soğukta Umut’un sıcaklığı gizliydi;
Bir ömür sürecek hasretin ilk adımı da orada atıldı.

O tabutun üzerinde duran ay-yıldız, Sıla’nın kaderine çizilmiş bir mühür olmuştu artık.

Umut ’un cebinden, komutanların titreyen parmaklarıyla çıkarılan küçük bir zarf bulundu:
“Eğer ölürsem Sıla’ma verilecek.”

Zarfın içindeki mektup…
Belki de yeryüzünde hiçbir kalemin yazmaya dayanamayacağı kadar ağırdı.
Gözyaşını saklayan, vedasızlığın acısını taşıyan, sevdayı son nefese kadar koruyan kelimeler…
O mektup, Sıla’nın ömrüne mühürlenen en derin sızı oldu.


"Sıla’m,

Bu satırları okuyorsan…
Ben sana dönememişimdir.

Ne olur bu cümleyi okurken gözlerini kapatma.
Çünkü ben, senin kapattığın her gözünde yeniden doğmak isterdim.

Bu mektubu yazmak kolay olmadı.
Dağların ayazında parmaklarım titredi ama bil ki üşüdüğümden değil…
Seni düşünmekten.

Buralar çok sessiz Sıla’m.
Gece olduğunda bütün tabur uyur, sadece nöbetçiler ve ben kalırım.
Çantamın en dibinde sakladığım bu kâğıdı çıkarır, sana yıldızların altından seslenirim.
“Bir gün gerekirse…” diye diye yazdım her cümleyi.
Çünkü burda bütün askerlerin bir sırrı vardır:
Ölümü değil, geride bıraktıklarını düşünürler.

Ben seni düşündüm Sıla.
Çocukluğunu…
O örgülerini çekip kaçtığım günleri…
Bana kızmış gibi yapıp sessiz sessiz gülüşünü…
Babana sarılışını…
Annen için bir anda büyüyüşünü…
Benim için güçlendiğin o ağır yılları…

Sen hep benim en güzel yanımdın.

Sana anlatmadığım bir şey vardı:
İlk tayin kağıdım elime geçtiğinde, komutanım “Hazırlan, sınır görevine gidiyorsun.” dediğinde aklımdan geçen ilk şey şuydu:
“Ya Sıla’ya dönemeden gidersem?”

Ama ben kaçamadım.
Çünkü bu topraklarda doğduk biz.
Ecdadın kanı gibi görevimiz de damarımızda akıyor.
Ve ben, bu millete borcumu ödemeden seni huzurla sevemezdim.

Bazen çatışma sesleri kesilir…
Dağlar bir anlığına susar…
İşte o anlarda senin sesini duyarım.
Adımı yavaşça söyleyişini…
Gülümseyerek “Mavi gözlüm” deyişini…

Sıla’m,
Senden tek bir şey istiyorum:
Beni bekleme.
Bu cümleyi yazarken bile ellerim titriyor ama bil ki acı çekmeni istemiyorum.
Sen bir ömrü adadın zaten; annene, öğrencilerine, şehit çocuklarına…
Bir de bana adama.
Ben buna razı değilim.

Benim için ağlama.
Ben, burada korkarak ölmedim.
Ben, doğduğum toprak için, sevdiğim vatan için ve en çok…
Seni onurlandırmak için öldüm.

Benim yokluğum sana yük olmasın.
Sadece bir dua et,
Bir de seni sevme şerefine nail etmiş Rabbine şükret.

Kalbimin en derin yerinde büyüttüğüm bir cümleyi şimdi sana emanet ediyorum:
“Ben seni Allah’ın izniyle iki cihanda da seveceğim.”

Eğer bir gün bir çocuğun saçını okşarken içinin bir yerinde sızlama olursa bil ki,
O ben olacağım.

Bir mum yakarsan başucuma değil…
Bir öğrencine yak.
Benim nefesimi onların gülüşüne ver.

Gurur duyuyorum seninle Sıla’m.
Benim adım şehit listesinde kaldı belki ama senin adın,
Benim kalbimde cennetin kapısına yazıldı.

Hakkını helal et.
Benim sana hakkım çoktan helâldir.

Ve son olarak:

Ben seni hiç bırakmadım Sıla…
Sadece ayrılığın karanlığında biraz erken kayboldum.

Seni göğsümde taşıyan,
Her nefeste adını fısıldayan,
Son mermisine kadar seni seven adamın,

Umut’un..""


Sıla, o günden sonra hayatını bir yelken açmış ama rüzgârı sonsuza dek kaybolmuş bir gemi gibi hissetti.
Evlenmedi; kalbindeki mavilikler, Umut’un kahkahaları ve çocukluk anılarının sıcaklığıyla doluydu.
Her sabah, öğretmenlik yoluna çıktığında, gözlerinde hem öğrencilerinin hem de kendi yitirdiği aşkının yorgunluğu vardı.
Ama Sıla pes etmedi; aksine kalbini daha da genişletti, acıyı toplumsal bir sorumluluğa dönüştürdü.
Gönlü, kaybolmuş gülüşleri yeniden yakalamak için çarpıyordu.

Sosyal projelere katıldı; şehit ve gazi çocuklarının eğitimine destek verdi, ailelerin yüklerini hafifletmeye çalıştı.
Bir çocuğun gözündeki umut ışığını görür görmez, Umut’un maviliklerini hatırladı; her yardım, her destek, bir nevi onun anısına verilmiş bir öpücük gibiydi.
Okulun duvarlarına asılı panolara yazdığı sözler, yalnızca bilgiyi değil, sevgi ve dayanışmayı da taşıyordu.
Her ders, bir vefa destanı; her kitap, bir umut çağrısıydı.

Ama hiçbir proje, Sıla’nın içindeki o derin hasreti dindiremedi.
Her gece, yalnız kaldığında, Hakkâri’nin soğuk rüzgârı, Umut’un kaybının sessiz yankısı gibi evine süzülüyordu.
Kimi zaman kendi gönlünü teselli eder gibi konuştu sessizce:
“Senin gülüşün, şimdi başkalarına umut olsun.”
Ve bu söz, onun hem acısını hem de sevgisini büyüttü; fedakârlık, aşk ve vatan sevgisi iç içe geçti.

Umut’un ailesiyle bağlarını hiç koparmadı.
Sık sık bir araya geldiler, acılarını paylaştılar; Umut’un ablasının çocuğuna “Umut” adını verdiler.
O ad, sadece bir isim değil, bir anı, bir sorumluluk ve bir hayat dersi haline geldi.
Sıla, her çocukta, her ailede, Umut’u ve onun cesaretini yeniden büyüttü; kaybetmenin acısını, paylaşmanın iyiliğine dönüştürdü.

Sıla’nın yaşamı, bir yandan kaybedilen aşkın yasını taşırken, diğer yandan başkalarının hayatlarını iyileştirme savaşına dönüştü.
Öğretmenlik, onun için sadece meslek değil, bir görev; bir vatan borcu; bir sevda ve vefa manifestosu olmuştu.
Ve o, her öğrenciye, her çocuğa, her yardıma, sessizce haykırıyordu:
“Sevgiyle yaşa, fedakârlıkla büyü; çünkü insan olmak, kaybettiklerini hatırlamak kadar, başkalarına umut olmakla da ölçülür.”

Bugün Sıla, 52 yaşında, emekli bir Türkçe öğretmeni olarak hayatının ritmini kendi elleriyle kurmuş bir kadın.
Hayattan büyük beklentileri yok; ama yüreği hâlâ dolu, elleri hâlâ sıcak; sevgiyi ve iyiliği dağıtmaktan geri durmuyor.
Sosyal projelerde şehit ve gazi çocuklarının eğitimine, ailelerinin acılarının hafiflemesine katkıda bulunuyor; her bir yardım, geçmişin sessiz çığlığını geleceğe taşıyor.

Her okuyan, her gören, her öğrenci ve gönüllü onun yaşadığı acıyı, fedakârlığı ve sevdayı hissediyor.
Sıla, kaybedilen bir aşkın ötesinde, bir ülkenin acısını omuzlarında taşırken, aynı zamanda barışın, dayanışmanın ve vatan sevgisinin ne demek olduğunu herkese gösteriyor.
Terör, bir ülkeyi bölemez; kan ve gözyaşıyla kurulan duvarlar, fedakârlık ve sevgiyle yıkılır.
Ama Sıla biliyor ki; barış, sadece yüreklere dokunmakla olmaz; mücadele etmek, dayanışmayı büyütmek, sevgiyi çoğaltmak gerekir.

Umut’un hatırası, onun her adımında; her projede, her çocuğun gözünde yeniden yaşıyor.
Ve Sıla, sessizce haykırıyor: “Hayatı anlamlı kılan, kaybettiklerini hatırlamak değil; başkalarına umut olmaktır. Terörün gölgesinde bile sevgi ve fedakârlık ile büyüyen bir ülke vardır.”

Sıla ve Umut’un hikayesi, kaybedilen bir aşkın, yitip giden bir neslin ve bir ülkenin acısının ötesinde, insan olmanın, fedakârlığın ve umudun destanıdır.
Geçmişin sessiz çığlığı, bugün ve yarının ışığıdır.
Ve her okuyan, bu destanı kendi yüreğinde bir ateş olarak taşırsa, hiçbir acı, hiçbir hasret boşa gitmez.


“Bazı hikâyeler, barışın mümkün olmadığı yerlerde bile insanın kalbinde bir ömür boyu nöbet tutar.”


Peri Feride ÖZBİLGE
04.12. 2025

Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yarım kalan vatan destanı... Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Yarım kalan vatan destanı... yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
YARIM KALAN VATAN DESTANI... yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Sabitlendi
birincikadükşahıs
birincikadükşahıs, @birincikaduksahis
4.12.2025 14:29:58

Merhaba Peri Feride hanım,

İnanın dağıldım.
Çok etkileyici...

Nereden başlasam bilemiyorum..

Belki kurgu belki gerçek bir hayat hikayesi...
Bilemiyorum...
Ama şuna eminim ki: Yukarıdaki hikaye, Sıla ve Umut'un hikayesi gibi görünse de; bu topraklarda yaşanmış onlarca hikayenin birer temsilcisi aslında.

Ben varım, eşim var, kayın biraderim var, şehit arkadaşım Naki Önder var.

Mesela: Eşim ve kardeşi; orta okul yaşlarında anneleri hasta olduğu (daha sonra sağlığına kavuşmuş) ve babalarının o sırada çalışmıyor olması nedeniyle daha o yaşta kimseye söylemeden okulu bırakıp, hayata karşı o yaşta mücadele etmeleri var.

Mesela, eşimin okul aile birliği başkanlığı yaptığı, küçük oğlumuzun okuduğu lisede; bir öğrenci açlık nedeniyle bayıldığı için başlattığı ve giderek büyüyen yardım kampanyasını da gördüm metinde.

Mesela: Şırnak'ta askerliğimi sırasında yaşadığım olayları çağrıştıran noktalar var mesela...

Şehitler ki gün oldu sayıdan ibaret oldu bu topraklarda.
Kısa birer haber özetinden öte gitmedi...
Hala daha öyle... Oysa ne acı hikayeler var her birinde.
Hele ki gazilerimizin hali?
İzin vereceğinizi düşünerek, size sormadan bu konuda yazdığım bir şiirimi aşağıya eklemek istiyorum.

Sıla'nın, Umut'un şehit haberini aldığında neler yaşadığına az çok şahit olduk hikayede. Ben de bir yaz günü çay bahçesinde arkadaşlarla güle oynaya okey oynarken, arkadaşım Naki'nin şehit olduğunu öğrenmiştim. Ben yılda bir iki kere görüşen (farklı şehirlerdeydik) bir arkadaş olarak günlerce kendime gelememişken onun ailesini de benzer duruma düşen Sıla'yı da tahayyül bile edemiyorum.
O bölümü okurken; Nefes filminin şehit olan karakol komutanının eşine haber verilme sahnesi canlandı gözümde... Zor yutkundum...

Umut'un şiiri, doğuda askerlik yapan her askerin cebindeki veda mektubu gibi...

---

Hesapta çay molasında bir sigara yakıp, göz atacak ve sonra işime devam edecektim ama kopamadım.

Çok etkiledi, içimin burkulması bir yana hayatımdan değişik kesitleri getirdi gözümün önüne...

Daha da yazardım aslında ama işe dönmem lazım.

---

Kaleminizin ve vefakar yüreğinizin önünde saygıyla eğiliyorum.


****


Ben Mehmet
Anasının kuzusu
Babasının koçu
Babam rençberdir benim
Atmış üç yaşındaydı o zaman


Babamın yegane ırgatı
Elleri kınalı anam
Elli sekiz yaşındaydı
Görseniz nine dersiniz
Çökmüş erimiş bir halde
Yıllarca çekince
Bağın bahçenin kahrını
Kalmamış artık dermanı


Otuz hanesi vardır köyümüzün
Torosların yamacında
Efil efil eserdi rüzgarı
Dereleri pınarları hala aklımda
Yanımda dostum karabaşımla
Hayvan otlatırdım yaylağında
Bir inek vardı
Dört koyun
Köyün diğer hayvanlarını da alır
Çıkardık sabah beşte yola


İki bacım vardı benim
Biri büyük biri küçük
Bir de ağabeyim
Öğretmen oldu gitti uzaklara
Babam beni okutmadı liseden sonra
Bağa bahçeye bakacaktım
Bağ bahçe dediği de
Bir kaç dönüm tarla


Evlenecektim askerlik bitince
Üç çocuğumuz olsun isterdik Haticem ile
Haticem benim
Rüzgarın dağlardan taşıdığı
Kekik kokulu yârim
Ahh bir kere daha koklamayı ne çok isterdim
Hemen evlenecektik asker dönüşü
Çeyiz düzer yolumu gözlerdi


Ah Haticem ah
Bilemedim kayaların arasında kaybolacağımı
Bilemedim gövdemin Gabar'da kalacağını
Gözüm açık gittim Hatice'm
Doyamadım ben daha sana


Bacılarım evlendi mi
Nine oldun mu anam
Kim bilir kaç torunu ben diye koklayacak
Kim bilir kaç gece hıçkırıklarla uyanacak


Babam ne yapar bensiz
Karabaş nasıl güder hayvanları
Kim bakacak onlara şimdi
Hep onları düşünüyorum hep
Bir de Hatice'mi
Tıpkı onların beni düşündüğü gibi


~~~


Ben Ahmet
Anasının bi'tanesi
Babasının ilk göz ağrısı
Kunduracıdır benim babam
Çalışır üç kuruşa fabrikada
Babam elli iki
Annem kırk dokuz yaşındaydı
Ben askere giderken
Bir kız kardeşim vardı
Benden üç yaş küçük
Yazları pamuk toplamaya giderdik
Bazen karpuza
Çukurova derlerdi bizim oralara
Toprak değil ana gibiydi
Sürekli ekin verirdi


Meslek lisesi mezunuyum ben
Kazanamayınca üniversiteyi
Dedim yük olmayayım babama
Başladım iş aramaya
Gönül de kaydı bir güzele
Dedim gidip geleyim bir an önce
Yoksa bitmeyecek bu işkence
Nerden bileyim
Ciğerimi parçalayacak bir kurşun
Yığılacağım oracıkta


Ah anam babam kardeşim
Ne yaparlar bensiz
Kim sahip çıkar onlara
Kimi koyarlar bağırlarına


~~~


Ben şehit er Naki Önder
Adımı vermişler ardımdan
İzmit'te bir sokağa
Kuyumcuda tezgahtardım
Arkadaşlarım vardı benim
Canım arkadaşlarım
Sabahlardık kahkahalarla
Vurulmak için askere gitmeden daha


Aldılar canımı bir hain pusuda
Daha ömrümün baharında



Yıllar oldu İzmit'e gitmeyeli
Ne anamı hatırlıyorum
Ne babamı şimdi


~~~

Ben Zafer
Zafer Bayramı'nda doğmuşum
Babam çok severmiş Ata'mı
O takmış adımı
Yaşım yirmi üç
Babam yok benim
Hiç görmedim yüzünü
Maden ocağında gömülü


Beş günlük bebekmişim
Anam kocasız
Ben babasız kaldığımda


Sonra şehre taşınmışız
Anam durmadan çalışmış
Tezgahtarlık yapmış
Fırsat buldukça da
Ev temizlemiş cam silmiş
Tek derdi okutmakmış beni


İşletme okudum
Ama ne fayda
Bütün kapılar kapanıyordu suratıma
Dedim gidip geleyim
Askerlik çıksın aradan
Bir iş bulur kurtarırım anamı


Dağ gibi gittim askere de
Eksik geldim evime
Şimdi bir elimde üç parmak
Bir bacağımda ayak eksik
Anam bakıyor hala bana
Zaten kimse de bakmaz oldu
Yaralı suratıma


~~~


Ben Cafer
Yaşım yirmi bir
Babam öğretmen emeklisi
Annem ev hanımı
Bir evimiz var kasabada


Çok severdi herkes beni
Kimin derdi varsa ben orada
Herkesin işine koşardım
Bakkal çıraklığı da yaptım
Pazarda limon da sattım
Babamın ilaç parasını çıkartmam lazım


Yaş gelince mecbur gittik askere
Ama erken geldim ben
Henüz beş aylık er iken
Yakınıma düştü bir bomba
Aldı götürdü gözlerimi benden
Sıcak sıcak aktı gözlerim yüzümden
Avucuma akan gözlerime baktım
Hiç bir şey göremedim


Can havliyle o kadar bağırdım
O kadar bağırdım ki
Hiç bir şey duymadım
Günlerce yattım GATA'da
En sonunda açtılar sargıları
Dünya yoktu ortalarda


Ne çok sevdiğim denize bakabileceğim artık
Ne evde beslediğim kuşlarımı duyabileceğim
Ne anama babama yardım edebileceğim


Aylar oldu çalmadı kapımızı kimsecikler hâlâ
Cafer'i unuttu yardımına koştuğu kasaba




Mehmet DEMİR
Mehmet DEMİR, @mehmetdemir1
4.12.2025 20:50:41
bazı anlar vardır ki onlar yaşanmadan da hissedilebilir ler... tebrik ediyorum gönlünüze sağlık
Etkili Yorum
Orhan Gülaçar
Orhan Gülaçar, @egemavi
4.12.2025 12:18:13
Sanırım bu gerçek hikayenin olduğu dönemlerde henüz bedelli askerlik başlamamıştı Ayrıca Muharip güç olarak uzman askerler de yoktu .
Halkların kardeşliği gibi kavram üzerinden ideoloji üretenler ,anayasa ile askerlik görevi mecbur tutulan rütbesiz düz askerleri yollarda otobüslerden indirip kurşuna dizdiler teskere aldıklarında sivil kıyafetlerle durdurup infaz ettiler .
Yanlış hatırlamıyorsam sayıları 6300 rütbesiz asker şehit edildi bu askerlerin 1.800 Kürt asıllı kardeşlerimiz çocuklarımızdı .
Muvazzaf hizmette bulunmayan askerliğin meslek olarak üstlenmeyen anayasal mecburiyet ile 20 yaşında askere gitmek zorunda olan
Halkın Öz evlatlarını şehit eden hiçbir ideolojiyi hiçbir siyaset millet gözünde yer bulamaz .
Bugün bir şeyler değişti ama o geçmiş günleri unutacak kadar balık hafızalı değiliz .

Akıcı bir dille bu derinden insanı üzen gerçek hikayeyi üzülerek okudum yüreğine sağlık Şiir Perisi 👏👏
Etkili Yorum
Volkan70
Volkan70, @volkan70
4.12.2025 04:57:13
Ölen ve öldüren neden öldüğünün farkına varamadan öldü, öldürdürdü.. Her ikisi de aynı toprağa gömüldü..Öldürme emrini veren saraylarda tahtlara kuruldu..Anıt kabirlere gömüldü .. Bu kısır döngüyü sorgulayıp, BARIŞ hemen şimdi ..!! diye haykran mapusanelerde işkenceyle yaşayarak çürüdü.! Önyargı ile yaşayanların bu yaman çelişkideki payı ise mahşere mi kaldı!!? Bilinmez !
Etkili Yorum
serdarascioglu
serdarascioglu, @serdarascioglu
4.12.2025 00:53:02
OKURKEN BİR YÜREK SIZISI YAŞADIM..TÜRKİYEMİZİN GERÇEKLERİYLE BERABER..SESSİZ VE İNCE SIZIDADIR..ŞEHİT AİLELERİMİZ..BİZDE VATAN SAĞ OLSUN DERKEN..MEKANLARIDA CENNET OLSUN... AMİN TÜM ŞEHİT AİLELERİNE ALLAH SABIRLAR VERSİN..SAYGILARIMLA...BU GÜZEL YAZIYA EMEK VEREN ELLERİN VE YÜREĞİNDE DERT GÖRMESİN...HÜZÜNLÜ PERİ .
İsmail  MALATYA
İsmail MALATYA, @ismailmalatya
4.12.2025 00:34:24
Tebrikler.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL