4
Yorum
16
Beğeni
0,0
Puan
192
Okunma
Malum yarın 10 Kasım...
Atamızı seven ve özleyenler olarak bir şekilde onu yâd edecek, özlem ve üzüntümüzü dile getireceğiz.
Hiç şüphesiz hepimiz üzgünüz.
Ve O’nu seven hepimiz yaşadığımız sürece bu acı ve buruk özlemi içimizde taşıyacağız.
Gazetelerde, dergilerde, TV kanallarında boy boy resimlerini gösterecekler. Reklamlar, videolar, VTR’ler hep ona dair olacak...
Hepimiz Atatürkçü kesileceğiz sosyal medyada...
En azından bir günlük...
Ve bunu yaparken, O’ndan hep: Savaşçı, komutan, lider, devlet kurucusu, dâhi, emperyalizme karşı dik duran, dünyanın onlarca şehrinde heykeli dikilen, pullara resmi basılan, (artık bizde değilse bile) tarih kitaplarında sayfalarca yer tutan, sokaklara adı verilen kişi olarak bahsedecek, yazacak, övecek, övünecek ve yücelteceğiz...
Hep bir ağızdan; çalışkandı, azimliydi, özverili ve öngörülüydü diyeceğiz.
Oysa unuttuğumuz, aklımıza pek gelmeyen bir özelliği daha var Atamızın, o da:
O’nun sadece bir savaşçı, bir kahraman ve bir lider değil, her şeyden önce bir İNSAN olduğu...
Senin gibi...
Benim gibi...
Bizim gibi...
Hepimiz gibi...
Tıpkı bizim gibi hevesleri, duyguları, hayalleri, endişeleri, korkuları, özlemleri, arzuları olan, gülmeyi, eğlenmeyi, türkü söylemeyi, dans etmeyi, zeybeği, çocuklarla çocukça vakit geçirmeyi seven ve bunları da elinden geldiğince gayet iyi yapabilen bir insan aslında O...
Bana göre O’nun en büyük özelliği sadece vatan sevgisi değil, her şeyden çok; insanları ve özellikle çocukları çok sevmesidir.
Ve bu yüzden de:
Gönül rahatlığıyla (ve koruma ordusu(!) olmaksızın) halkının arasında gezen, onlarla birlikte denize giren, sandalcıyı karşısına oturtup kürek çeken, toprağa bağdaş kurup köylüsüyle sohbet eden, elinden ayran içen, ayaküstü daldan meyve kopartıp oracıkta yiyen, şarkı-türkü söyleyen, kitap okuyan, salıncakta sallanan, çocuklarla oyunlar oynayan, tavla oynayan, sanatı takip eden, toplumuyla omuz omuza halay çeken, zeybek oynayan, şarkı-türkü (özellikle Rumeli türküleri) söyleyen, vals yapan ve bunları yapmaktan keyif alan bir insan...
Sanki: Cepheden cepheye şavaşlar kazanmış, madalyalar almış, dünyayı dize getirmiş, yok olmakla yüz yüze gelmiş koskoca bir toplumun hayat çizgisini değiştirerek; nerdeyse sıfırdan bir devlet kurmuş Gazi Mustafa Kemal Atatürk değil de mevki makam sahibi olmayan bizler gibi...
Hatta onun konum ve şartlarında bir çok kişinin yapacağından:
Daha samimi...
Daha içten...
Daha kibirsiz...
Daha egosuz...
Daha sıcak...
Hep insancıl...
Hep senli benli...
Askerle asker, siville sivil..
Şatafatı sevmeyen, sadelikten yana olan, konumuna, dünya çapındaki itibarına ve bütün ihtişamına rağmen kuru fasulye gibi basit yemekleri, rakının yanına beyaz leblebiyi tercih eden bir insan O...
Gösterişsiz...
Sade...
Ama daima şık, daima bakımlı, daima titiz...
Aslında sizlere sesleniş amacım bunlar değil.
Esas anlatmak istediğim:
Üke ve biz halkı için vazgeçtikler!
Evet!
Bizler için vazgeçtikleri!
Onlara ne demeli?
(Şöyle bir düşünmenizi rica ediyorum.)
Ya da ben yardımcı olayım...
Yaşayamadığı çocukluğu ve gençliği, yuva hasreti ve o kadar güçlü bir lider olsa da kısıtlı bir özgürlük alanında yaşaması gibi (buna örnek aşağıdaki anısındadır)...
Belki de babalık duygusunu evlat edindiği çocuklarla avutuyordu. Bu bile bizler için nelerden vaz geçtiğinin kanıtıdır aslında...
Ömrü boyunca kaç kızın elini tutabilmiştir ki mesela?
Ya da hangi cephe arasında aşık olabilirdi ki?
Okul yıllarındaki kaçamakları hariç, ömrünün kaç gününde gençliğin getirdiği coşkuyu yaşayabilmiştir ki?
(Kaçımız onun kadar erken büyüdük ki?)
Annesine düşkünlüğü herkesçe bilinen bir gerçektir. Görevi gereği çok uzun süreler uzak kalsalar da her fırsatta annesi ile ilgilenmiş, kısa süre için bile olsa gidip elini öpmüştür.
Onca anne sevgisine rağmen, devlet işlerini bırakıp sevgili annesi Zübeyde hanımın cenazesine katılmamıştır mesela...
Bakın, katılamamıştır yazmadım, katılmamıştır yazdım.
Çünkü, o sırada İzmit’tedir ve devlet işleri programının yoğunluğu nedeniyle katılmamayı tercih etmiştir.
Ya da şöyle ifade edeyim:
Kaç lider o kadar çok sevdiği anası vefat etmişken, cenaze merasimine katılmadan, devlet işlerine devam eder? Annesinin kabrini birkaç hafta sonra ziyaret eder?
Bir insanın ülkesi için yaptığı fedakarlığı anlatmak için daha ötesi var mı?
Şahsen ben bilemiyorum!
Devletin en üstündeyken dahi istese her imkandan faydalanabilecekken, düzenlediği davetlerde; çalışanların yövmiyeleri dahil her gideri ve yaptığı seyahatlerde yanındakilerin bile masraflarını cebinden karşılayacak kadar ince düşünceli, dürüst ve onurlu biri...
Hani vaktinde demiş ya:
“Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlâklısını severim.” Diye.
Kendisini anlatmış gibi sanki, değil mi?
Çok örnek verilebilir. Zamanınızı almayayım...
Yani diyorum ki:
Biz, O’na sadece bize açtığı yol için değil, kendi hayatında vazgeçtiği; her özlem, her heves, her hayal, istisnasız ertelediği her an için çok şey borçluyuz...
Ne desek, ne yapsak kapanmaz bir borçtur bu!
Oysa, O; bizlerden açtığı yolda sapmadan yürümemizi istemişti sadece...
Hepsi bu...
Atama; sonsuz sevgi, özlem ve minnetle...
...
Çok denk gelinmeyen bir anısını aşağıya alıntılıyorum.
Ki böylece; ne kadar basit hevesleri olduğunu, bizler için nelerden vazgeçtiğini ve nelerin hayalini kurduğuna şahit olalım isterim.
...
Zaman ayırıp okuduğunuz için çok teşekkür ederim.
...
Yıl 1935, aylardan Ağustos...
Atatürk, Dolmabahçe’de yalnız, canı sıkılmıştır.
Denize karşı içmeyi dener fakat haz almaz.
İçinden, kimseye haber vermeden Dolmabahçe’den kaçıp halkın arasına katılmak geçer, ancak yanında parası yoktur.
Atatürk, Cumhurbaşkanlığı süresince cebinde para bulundurmamıştır. Kişisel harcamalarını, kendi hesabından karşılanması şartı ile yaverlerine ve Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a ödetmiştir.
Hasan Rıza Soyak Avrupa’da olduğundan, Başyaveri Rusuhi Savaşçı’yı arar, dışarıda olduğunu öğrenir, Yaver Celal Üner’i bulur:
“Bana, buraya biraz bozuk para bırakın. Hizmet eden çocukları sevindirmek istiyorum” der.
Yaveri, bir liradan, iki buçuk liradan, beş liradan, on liradan oluşan bir miktar parayı masaya bırakır ve odadan çıkar.
Atatürk, paraları cebine doldurur, üstüne ince bir ceket alır, ağaçlı yoldan dış kapıya doğru yürür. Kapıda nöbetçi polis vardır. Dolaşıyor gibi yaparak caddeye çıkar, gelen taksiye biner ve gözden kaybolur.
Dolmabahçe’de alarm zilleri ötmeye, telefonlar işlemeye başlar.
Taksi, Boğaz’a doğru gittiğinden saraydakiler, Atatürk’ün Sarıyer tarafına gittiğini tahmin ederler ve görevlileri o yöne sevk ederler.
Oysa Atatürk, şoförü; Akaretler’den yukarıya çevirtmiş, Tepebaşı’na yöneltmiştir. Harbiye’de öğrenci iken tek başına ya da arkadaşlarıyla geldiği Mazarik adlı kokteyl ve yemek salonuna gitmeye niyetlenmiştir. Eski günlerde yaptığını yapacak, leblebi ile rakısını içecektir.
Taksiciyi parasını öderken buraya geldiğini kimseye söylememesini tembih eder.
Mazarik’e girdiğinde üç masanın dolu, diğer masaların boş olduğunu fark eder.
Eski günlerde oturduğu masanın dibindeki masaya oturur.
Garson’dan, bir kadeh rakı ve biraz da leblebi getirmesini ister.
Mazarik, el değiştirdiği için oradakiler Atatürk’ü tanımazlar.
Atatürk, bu durumdan oldukça hoşnuttur, her şey düşündüğü gibi olmuştur.
Rakısını yudumlar, leblebisini yer.
Bir süre sonra siyah elbiseli birinin lokantaya girdiğini, önce köşede bir masaya oturduğunu sonra kapı yanındaki masaya gittiğini, masadakilerle konuştuğunu, onlarla birlikte dışarı çıktıklarını, aynı adamın bu kez yalnız olarak lokantaya döndüğünü, başka bir masaya oturduğunu, o masadakilerin de kalktıklarını farkeder.
Siyah elbiseli adam bir kenarda gazete okumaya başlar.
Atatürk yüksek sesle:
“Çocuk, gel beri.”
Siyah elbiseli adam ok gibi fırlar, selam durumuna geçer;
“Buyrun Atam.”
“Sen kimsin?”
“Birinci Şube’den polis…”
“Ne yapıyorsun?”
“Rahat edesiniz diye lüzumsuz müşterileri çıkarıyorum…”
“Lüzumsuz olduklarını sen nereden biliyorsun?”
“Vali Bey’den öyle emir aldım Atam.”
“Eee, o da mı burada?”
“Evet, kapının önünde Atam.”
“Tuh Allah cezasını versin.”
Konuşulanları duyan Vali, içeri girer, Atatürk’ün kızdığını gördüğü için ikirciklidir.
“Bir emriniz var mı Atatürk?”
“Siz benim yakamı bırakmaz mısınız yahu? Hadi benim peşimden koşturuyorsunuz, şurada kendi hallerinde içkilerini içen insanları niye tedirgin ettiniz?”
“Emir buyurursanız, bundan sonra gelenleri çevirmez, salonu yine doldurabiliriz.”
Atatürk iyice kızar.
“Ne yapacağınızı ben biliyorum. Ne kadar polis varsa masalara dolduracak, sonra beni atlatmış olacaksınız! Bırak efendim, bırak… git işine.”
Ayağa kalkar, keyfi kaçmıştır.
Arkasından Vali Muhittin Üstündağ, özür dileyerek Atatürk’ü takip eder.
Atatürk, dışarıya çıktığında kapıda otomobilleri, resmi ve sivil polisleri, saray muhafızlarını görür.
Valiye dönerek:
“Müşterilerin bunlar mıydı?”
>>>>>>>>>>>>>
Anının kaynağı: Atatürk’ün Fikir Sofrası / İsmet Bozdağ.
www.medyasiyaset.com/insan-ataturk-3