3
Yorum
18
Beğeni
0,0
Puan
402
Okunma

Yozgat’a döndüm geçen yıl, dönmem sandığım yılların yüküyle. İlk adımı attığım anda çınladı içimde bir ses: “Burası artık senin değil, ama sen hâlâ onun’sun.”
Alaturka şehrin arnavut kaldırımları karşıladı beni.
Çocukluğumun ayak izleri hâlâ taşların arasında titriyordu. Sanki bir daha yürüyemezmiş gibi çekindi ayaklarım.
Evler… Evlerimiz yıkılmış ya da yıkılacak kadar yorgun. O kapı eşiğinde babannem diz çökerdi bir zamanlar. Şimdi sadece sıvaları dökülmüş bir yetimlik kalmış geriye. Komşular, akrabalar yok,
Şükrü amca yok. Melek teyze susmuş, cam önlerinde artık kimse yok. Tenekelerdeki sardunyalar kurumuş…
Mezarlık sessiz. Taşların dili yok ama ben babamın susuşunda dünyanın bütün ağıtlarını işittim.
Bir mezar taşı eğilmiş gibiydi hafifçe, sanki o da gözlerime bakmak ister gibi…
Kalbimin bahçesini çitleyip geçmişi aramadım. Çünkü bilirim: Geçmiş, aranmadan gelir. Bir kokuda, bir kuş kanadında, bir annenin çağırışında…
Ömrümün arka avlusunda neler uğurlamadım ki…
Yamalı önlüklerimi, çocuk gülüşlerimi, bayramlık ayakkabılarımı ve en çok da “Babıll” diyen sesini, babam…
Şimdi Yozgat, benim içimde bir suskun dağ gibi duruyor. Konuşmuyor ama biliyor. Gidenin nereye gittiğini, kalanın neye dönüştüğünü ve bir şehrin nasıl kabuk değiştirdiğini…
Ben seni hiç terk etmedim Yozgat’ım. Sen içimdeydin, yalnızca biraz derindeydin. Ama bu dönüş, bir vuslat değildi. Bu dönüş, bir vedanın tam kendisiydi.
Ben Yozgat’a dönmedim ki hiç, o hep içimdeydi…
Bir akşamüstü Yozgat terminalinde gözlerime çöken yaşta çözüldü dilimdeki bütün susmalar.
O vakit anladım, şehir şehir gezinse de insan bazı dualar ilk yutkunduğu yerde kalır.
Eski sokaklar merak eder beni artık, ben de onları.
Çünkü o taş aralıklarında pirlerin gölgesi gezinir hâlâ: Yunus’un sabrı, Yusuf’un kuyusu, Hacı Bektaş’ın dilsiz huzuru bir ikindi yeliyle dokunur saçlarıma.
Kimi evin eşiğinde bir dua asılı kalmış gibi, “amin” demeden geçemem eski zamanın izinden.
Avlularda pişmiş bir aşın buharı, tahta pencerenin perdesinde durmuş. Bir kadın elinin hamurunda toprakla yoğrulmuş sabır… Ve belki de o sabırla kurulmuştu bütün ömür…
Doğduğum yurdum bana çocukluğumu değil, inanmayı öğretti. Bir komşu eline, bir kurumuş yaprağa, duvarda asılı kalmış kandilin ışığına bile…
Şimdi seni hatırlamak sadece özlem değil. Bir öğreti, bir dua, bir teslimiyettir artık içimde.
Çünkü ben, o avlunun tam ortasında bir ermişin eteğine dokunmuşum sanki. Ve her şiir bir hatırlayış artık: İçimden geçen sabırlı evliyaların sessiz adımlarıyla dolaştım her köşeyi ve ne anılar karşıladı şu sızlayan yüreğimi…
Ben bu şehre yıllar sonra dönerken elimde bir deste unutuş vardı ama Yozgat, sen yine de tanıdın beni. Arnavut kaldırımların, çocukluğumun içini çekerek giydiği eski ayakkabılar gibi öyle tanıdı, öyle sarıldı ki bana… Bir anda pirlerin nefesi dolaştı sokaklarda. Bir evin çatısından Yunus’un sabrı sızdı, bir diğerinden dedemin şefkati…
Ah o haşmetli konaklar birbirine sırt veren, kiremitleriyle dua tutan evlerdi onlar. İçlerinde ocaklar vardı, yalnız yemeğin değil, sözün piştiği.
Ve her köşe başında bir dede duası, bir ana niyazı beklerdi yoldan geçenin kalbine düşmek için.
Şimdi o evler çatlak bir zaman gibi. Duvardan sarkan sarmaşık değil artık, geçmişin dili… Bir dede yok pencere önünde, bir nine çıkmıyor avludan, bir mendil bile savrulmuyor göğe…
Ben, bu mezar sessizliğinde yürürken kendi kalbimin taşına bastım sanki. Her yokuş bir özür gibiydi geçmişten, her iniş bir "keşke"...
Ve biliyor musun, ben en çok da adı unutulmuş evliyaların o alaturka sokaklara sinmiş dualarını özledim. Hiçbir kitabın yazmadığı, her annenin kalbine nakşettiği o sessiz, kokulu, derin duaları…
Şimdi bu şehir, pirlerin suskunluğunda ağlıyor.
Ve ben, diz çökmek geliyor içimden bir taşın önüne, bir gölgeye, bir hatıraya ve fısıldamak:
"Ben geldim. Ama içimdeki çocuk, burada gömülü kalan babasına her gün yeniden veda ediyor."
Peri Feride ÖZBİLGE
18.08.2025