12
Yorum
20
Beğeni
0,0
Puan
734
Okunma


Dün akşam izlediğim bir sağlık videosunda, doğru zamanda su içmenin önemi bir kez daha vurgulandı. Özellikle sabahları aç karnına bir ya da iki bardak su tüketmek, iç organları uyarmak ve vücuda taze bir başlangıç sağlamak açısından faydalı; bu, günümüz sağlık uzmanlarının sıkça dile getirdiği temel tavsiyeler arasında yer alıyor.
Ne zaman bu tür bir konuşma duysam, annemin sesi çocukluk anılarımda yankılanır. Üç kardeş, sabahın ilk ışıklarıyla yataktan kalktığımızda, uykunun sersemliğini henüz üzerimizden atamamışken, o bıkkınlık duymadan aynı cümleyi tekrar ederdi: “Yüzünüzü yıkayın, bir bardak su için, hadi bakalım!”
Nitekim, çocukluğumdan bu yana yaz, kış demeden her sabah aç karnına büyük bir bardak buz gibi suyu mideye indirmeden güne başlamam; hatta bazen iki bardak içerim. Bu alışkanlık, kırk yılı aşkın süredir sabah rutinimin ayrılmaz bir parçası hâline geldi ve annemin bana sağlık konusunda öğrettiği en değerli tembihlerden biri olarak hafızama kazındı. Kırk yıl önce annem, suyun iyiliğinden söz ederken, bu bilginin o dönemde pek yaygın olmadığını, çocukluk aklımla dahi sezebiliyordum. Çünkü aç karnına su içmeye karşı çıkanlar, “Mideyi suyla doldurup yemeğe yer bırakmamak” şeklinde yorumlar yaparlardı. Oysa günümüzde, hangi sağlık trendi popüler olursa olsun, su içmenin önemi değişmeyen bir gerçek olarak kaldı.
Annemin bir başka alışkanlığı da evde diş macunu bittiğinde, diş fırçalarımızı karbonata batırarak dişlerimizi temizlememizi istemesiydi. Bazen evde karbonat da bulunmazdı; o zaman kendisini bahçede, parmak uçlarındaki tuzla dişlerini ovarken görürdüm. Onun basit gibi görünen bu alışkanlıkları, sağlıklı bir yaşamın aslında ne kadar sade ve doğal olabileceğini gösterirdi bize.
Bugün yetmiş dokuz yaşında ve sadece bir eksik dişi var; geri kalanları tamamen sağlam. Hayatında hiç dolgu ya da implanta ihtiyaç duymamış bir “demir leydi”den bahsediyorum. Bana gelince, diş fırçasıyla dostluğum kuvvetlidir ancak küçüklüğümden bu yana tatlıya olan düşkünlüğümün cezasını ağzımdaki dolgularla ödüyorum.
Eskiden her mutfakta biri sabunlu su, diğeri durulama suyu içeren iki bulaşık leğeni bulunurdu. Bizim evde durulama leğenleri iki taneydi. Annem güzel havalarda bulaşıkları büyük bir tepside toplar, bahçeye çıkarır ve çeşmeye yakın bir alanda yıkardı. Eğer ben evdeysem –çalışan bir kadın olduğu ve yorulduğu için– mutlaka beni de yardıma çağırırdı. Ben, sabunladığı kap kacağın köpüklerini ilk leğendeki suya bırakır, ikinci leğendeki suda güzelce durular, içine havlu serilmiş tepsiye dizerdim. Komşuların, annemin suyu israf ettiği yönündeki eleştirilerine, “İlaca para vermektense, fazladan bir kap suyun faturasını öderim,” diye cevap verdiğini bugün bile hatırlarım.
Şimdi onun ömrüne ve öyküsüne baktıkça, sağlığın her gün yapılan bilinçli seçimlerden doğduğunu daha iyi kavrayabiliyorum.
Ölümün kaçınılmaz bir hakikat, her musibetin insanoğlu için bir sınav, bazı hastalıkların ise hayatın bir parçası ve külfeti olduğunu üç kardeş olarak hepimiz biliyoruz. Ama asıl önemli olan, insanın ömrünü mümkün mertebe başkalarına yük olmadan tamamlayabilmesidir ki bunun da bilincindeyiz, çok şükür.
Var ol, sevgili anneciğim. Sana sağlıklı ve huzurlu nice yıllar diliyoruz. Özenle şekillendirdiğin alışkanlıklarınla bize hayata dair en değerli dersleri öğrettiğin için sana minnettarız ve seninle gurur duyuyoruz.
/ yüRekTen
İZLER, 89. Sayı