0
Yorum
10
Beğeni
0,0
Puan
192
Okunma

______
Kütahya’nın dağlarına yaslanmış bir köy vardı, adını haritada bilen azdı, ama orada her taşın bir hafızası, her rüzgârın bir ağıdı vardı.
Sabahları hâlâ kömür kokar, geceleri sessizlik bile içli içli öksürürdü.
Çünkü burada nefes, yerin yedi kat dibine kazılmıştı.
Elif, otuzlarına yaklaşırken bile annesinin gözlerinde çocuktu.
Kendisi bile fark etmeden büyüyen, büyürken susmayı öğrenen kadınlardandı.
Eşini maden ocağında kaybedeli üç yıl olmuştu ama hâlâ penceresini ocak yönüne açardı.
Belki de, duman gibi yükselen bir dua, o karanlık tünellere ulaşır diye.
O gün, sabaha karşı bir telefon çaldı.
Sesi inceydi ama taşıdığı haber ağırdı:
“Bir göçük oldu abla… Bizim Hasan içeride kaldı…”
Dünürünün oğlu Hasan. Elif’in eski komşusu. Onunla birlikte büyümüşlerdi.
Birlikte kömür karasına bulaşmış çocuklukları, şimdi acının isine bulanmıştı.
Elif, yıllar önce toprağa verdiği eşinin ardından bir daha maden kapısından geçmemişti.
Ama o sabah, sabah değildi.
Ayakkabısını ters giymiş gibi yürüdü; kalbi hep soluna değil, yerin altına akıyordu sanki.
O an anladı:
Kömür, sadece bir enerji kaynağı değildi.
O, sevdiklerini yiyen aç bir karanlıktı.
Elif madene vardığında, kalabalığın uğultusu, bir mezarlık sessizliği gibi içini titretmişti.
Ambulanslar dizilmiş, çay kazanları fokurdamış, ama kimsenin boğazından bir yudum geçmemişti.
Kadınlar başörtülerinin ucunu dişliyor, erkekler toprağa baka baka susuyordu.
Çünkü madende biri içeride kaldıysa, herkes biraz gömülmüş sayılırdı.
Elif, kalabalığın arasında bir isim duymaya çalıştı ama sesler hep aynıydı:
“Altı kişi içeride.”
“Göçük büyükmüş.”
“Oksijen bitiyor olabilir.”
“Dua et Elif abla, dualar güçlüdür…”
Ama Elif dua etmeyi, Hasan’ın babasıyla bir olup kömür karası yüzlerle dağlara yaslanırken bırakmıştı.
Çünkü dua, çok edilince bazen cevap vermezdi.
Yalnızca susardı.
Tıpkı göçüğün içindeki o ses gibi…
Yıllar önce, eşi öldüğünde de böyle durmuştu bu kapının önünde.
Aynı madende, aynı merdivenlerde beklemişti.
Ama bu kez daha başka bir şey vardı:
Hasan, onun hayal ettiği geleceğin küçük ışığıydı.
Bir gün üniversite okuyacak, köyden gidecek, kimsenin ölmediği bir şehirde yaşayacaktı.
Ama şimdi Hasan oradaydı.
Yer altında.
Belki sesleniyordu.
Belki susuyordu.
Ya da belki... toprağın hafızasına çoktan yazılmıştı.
Elif’in dizleri çöktü ilk önce.
Toprak sanki yumuşamış, onunla ağlaşmak için eğilmişti altına.
Bazen bir ana ağladığında, yerin de kalbi atar...
Ama bu kez o kalp çatır çatır kırılmıştı.
“Hasan,” dedi, “senin için aç bırakmıştım kendimi.
Okula giderken cebine koyduğum zeytinli ekmeğin arasına dualar sarmıştım.
Senin alnını öptüğüm gün, ölmesin diye umutlarımı örttüm üstüne.
Şimdi... sen neredesin oğul?”
Göçük altında saatler geçmişti.
Kazma sesleri arada bir umut olur gibi yükseliyor, sonra yine sessizliğe gömülüyordu.
Köyde herkes sustuğu için değil, herkes Elif’in yüreğindeki çığlığı duyduğu için sessizdi.
Bir görevli yaklaştı, ağzı bir çizik gibi kapalıydı.
“Sizi çadıra alalım Elif hanım,” dedi,
ama Elif’in gözleri yerin altına takılıydı.
“Beni değil, oğlumu çıkarın oradan,” dedi,
“Ben yıllardır ordayım zaten…”
Kütahya’nın dağları başını öne eğdi.
Madende ölen sadece Hasan değildi,
Elif’in hayali, geleceği, anısı ve duası da çökük altında kalmıştı.
Ama Elif dimdik durdu.
Gözyaşlarını değil, oğlunun adını yere kazıdı.
“Hasan!”
Her bağırışı, taşta yankı oldu.
Çünkü bir annenin haykırışı, yerin en alt katmanına kadar iner.
Ve bazen...
Bütün bir memleketin vicdanı olur.
Elif, oğlunun cansız bedenine sarıldığında, dünya durmadı.
Ama onun içinde zaman kırıldı.
Gözyaşı değil artık akan,
evladın ardından dökülen toprağın sesiydi.
Avuçlarına kapkara olmuş bir mendil almıştı.
“Bu mendili ben Hasan’a sünnetinde dikmiştim,” dedi,
“Şimdi kefeni oldu.”
Cenaze kalabalıktı ama kimse konuşamıyordu.
Çünkü Elif konuşuyordu:
“Eğilme oğlumun tabutuna...
Başını dik tut, o ekmeğini alnının teriyle kazandı.
Çalınmış hayatının hesabını vermeye gücü yetmeyenler utansın!”
Kalabalık, Elif’in arkasında yürürken,
koca bir halk onun susmayan duasını taşıdı.
Köy mezarlığında yer bile kalmamıştı,
Hasan’a eski bir ceviz ağacının altını gösterdiler.
“Gölgesi serin olur,” dediler.
Elif yere çöktü:
“Ben şimdi o gölgede büyüyeceğim yeniden.”
Sonra yüzünü gökyüzüne döndü.
Kırık bir yürekten çıkan, sağlam bir dua gibi:
“Ey Yüce Allah’ım…
Evlatlarını toprağa emanet eden bütün anaların elini tut.
Kimse bizim gibi kara mendil tutmasın.
Kimse oğlunun ayakkabısına bakarak özlemesin.
Kimse ciğerini taşlara gömmesin.
Ve Allah’ım…
Susturma bizi, içimizden geçen adaleti korkuyla boğdurma.
Şu koca dağlar şahit olsun ki:
Biz unutmuyoruz.
Biz affetmiyoruz.
Ve biz evlatlarımız için susmuyoruz.”
Bu hikâye, sadece Kütahya’daki Elif’in değil,
Soma’da, Bartın’da, Ermenek’te, Şırnak’ta evladını toprağa veren binlerce annenin hikâyesidir.
Bu ülkede madenin karası, annenin saçına değmeden;
emekçinin alnı yere değmeden,
adalet gökyüzü gibi açık olmadıkça,
hiçbirimizin vicdanı rahat etmeyecek.
Peri Feride ÖZBİLGE
26.05.2025