5
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
695
Okunma

Bir dostumla uzun süreli telefon görüşmemizde söz döndü dolaştı şiire geldi. Serbest-hece falan epeyce konuştuk. Hece sayısı, en çok kullanılan hece sayıları, örneklemeler derken “bunları neden yazmıyoruz?!” fikri ortaya çıktı. Öyle ya, bilen bilir ama yazmanın ne mahzuru olur ki? Birileri için de bazı bilgi kırıntıları bile oluşur belki!
Bu doğrultuda becerebilirsem birkaç bölümlük bir seri oluşturmak istiyorum.
Konuyla ilgili çok da iddialı değilim. Kendi bilgi birikimimi aktarırken elbette bazı kaynaklardan da araştırma yaparak yaralanacağım!
Şiir nedir
1. Şiir, sözcüklerin düz anlamlarına ek olmak üzere ya da bunların yerine başka anlamlar oluşturmak için dilin ses estetiği veya ses sembolizmi ve ölçü gibi estetik ve ritmik özelliklerini kullanan bir edebiyat türüdür.
2. Yazınsal bir anlatım biçimi olarak düzyazı sayılmayan yazın ürünü.
"Şiir ölçülü uyaklı olduğu gibi, bu yönden özgür de olur"
3. Şiir: Duygu, hayal ve düşüncelerin bir düzene bağlı olarak, çekici/etkileyici bir dil ve ahenkli mısralar içinde aktarılmasıdır.
Diye şiirin tanımını kopyaladıktan sonra gelelim kendi düşüncemize.
Türklerin doğal yapısında şiire yatkınlık var. Atasözlerimize, deyimlerimize baktığımız zaman çoğunda anlatımın şiirsel olduğunu görüyoruz. Günlük yaşamımızda bile konuşurken şiirselliklere yer veriyoruz. Bu durum kısa manilerimize, tekerlemelerimize hatta bilmecelerimize de yansımış. Şarkılarımız, türkülerimiz oluşmuş. Hepsinin kaynağı şiir.
Özellikle türkülerde şiirin bazı kurallarına uyma endişesi yaşanmamış, zengin kafiye yerine sesteş kelimeler kullanılmıştır.
Bağa gel bostana gel
Dile gel destana gel
Anan izin vermezse
Yalandan hastalan gel
Aynı şekilde konu bütünlüğü endişesi de yoktur,
Bastım da kırıldı iğdenin dalı
Kötüye düşenin böyl’olur hali
Bu türküdeki kırılan iğde dalıyla kötüye düşenin ne alakası var?
Yüzlerce, binlerce yıllık tarihimizde, toplumumuzun içerisinden nice şairler, halk ozanları çıkmış. Doğru dürüst okuma yazma bilmeyen ozanların eserlerine bakınca hayret etmemek mümkün mü?
Ne diyor Bedri Rahmi,
“……..
Taşıma toprağıma toz konduranın
Alnını karışlarım.
Şairim şair olmasına,
Canım kurban şiirin gerçeğine, hasına.
İçerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum,
Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter,
Eğri büğrü, kör topal kabulüm.
Şairim,
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası,
Ayak seslerinden tanırım.
Ne zaman bir köy türküsü duysam,
Şairliğimden utanırım.
……….”
Biraz tahsil görmüşlerle, hiç tahsil görmemişlerin eserlerindeki fark da hemen hissedilmekte. Mürekkep yalayanların daha zengin kafiyeler kullandığı, kelime dağarcıklarının daha geniş olduğu görülüyor.
Vardım ki yurdundan ayağ götürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
Hangi dağda bulsam ben o maralı
Hangi yerde görsem çeşm-i gazali
Avcılardan kaçmış ceylan misali
Göçmüş dağdan dağa yoktur durağı ... Bayburtlu Zihni
-
İncecikten bir kar yağar,
Tozar Elif, Elif diye...
Deli gönül abdal olmuş,
Gezer Elif, Elif diye...
Elif’in uğru nakışlı,
Yavrı balaban bakışlı,
Yayla çiçeği kokuşlu,
Kokar Elif, Elif diye... veya;
Bana kara diyen dilber
Kaşların kara değil mi
Yüzümü güldüren esmer
Gözlerin kara değil mi
Beni kara diye yerme
Mevla’m yaratmış hor görme
Ela göze siyah sürme
Çekilir kara değil mi ... Derken Karacoğlan daha sade bir dil kullanmış.
Tarihsel süreçte incelediğimiz zaman Ortaasya yaşantımızdan çok az şiiri günümüze aktarabilmişiz. Aktarabildiğimize en büyük örnek, en büyük miras, yaşayan ve sürekli gelişen bir destan olan Manas Destanı’dır.
Alp Er Tunga öldü mü?
Issız acun kaldı mı?
Ödlek öcün aldı mı?
İmdi yürek yırtılır...
diyen meşhur destanımız. Özel Manasçılar bile var.
400.000 mısra’yı aşan bu muazzam destan boyutunda, bütün dünyada, başka hiçbir milletin böyle bir destanı yok!
Diğer destanlarımızda da şiirsellik ağır basar.
Derler ki, “Bütün Türk Edebiyatını terazinin bir kefesine koyun, diğer kefesine de Dede Korkut’u koyun gene de Dede Korkut ağdırır! (Ağır basar)” Dede Korkut Hikayeleri de şiirseldir.
Gelelim Anadolu’ya. Anadolu Türklüğünde maalesef bir dönem Türkçe yazanlar hor görülmüş. Devlette, toplumda, şair meclislerinde Türkçe söyleyen, Türkçe yazan dışlanmış. Bu durumda şairler Farsça yazmaya yönelmiş. Mahlaslarını bile, o dönem revaçta olan Farsça seçmişler veya çağrışım yapsın diye sonuna “İ” ekleyerek kullanmışlardır. Bu gelenek günümüzde bile -bilerek veya bilmeden- devam etmektedir. Baki, Nef-i, Seyrani, Sümmani, vb,
Bahsi geçen dönemde Türklere “Etrâk-ı bî-idrak” (idraksiz, algılaması kıt Türk) denilerek aşağılanıyordu.
Acâyib Tâyifedür kavm-i Etrâk (kavm-i Etrâk: Türk milleti)
Eyü yatlu nedür itmezler idrâk
Ne bilür anlarun ağızları tad
Ne söz var dillerinde idecek yâd ... Güvâhî
Ne Türk idrâki yok iz’ânı yok bir kaltabân hardır (kaltabân: namussuz)
Meger gûl-ı beyâbânî ola anunla hem-millet (gûl-ı beyâbânî: gulyabani) ... Nef’î
Araştırınca Türk’e hakaret içeren pek çok örneğe ulaşmak mümkün. Buraya fazla almayacağım.
Maalesef her dönemde olduğu gibi o dönemde de ağızları Türkçe konuştuğu halde soyunu inkâr eden bazı haramzadeler olmuş.
Ama yayla havası gibi temiz, ana sütü gibi ak, kaynak suyu gibi pak Türkçe yazanlar, Türkçe söyleyenler de olmuş.
Bugün bir Nef-i’yi, bir Güvahi’yi kimse bilmezken Yunus Emre, Pir Sultan, Dadaloğlu, Hatayi, Kaygusuz Abdal, Karacoğlan, Köroğlu gibi arı duru Türkçe yazanlar herkesin gönlünde taht kurmuş, eserleri asırlardır tazeliğini koruyarak söylenegelmiştir. Bahsi geçen bu kişiler kimseleri umursamamış,
Türkçe konuşmuş, Türkçe yazmış.
Suat Zobu
-sevgiyle-
(Devam edecek)
5.0
100% (3)