"Vasiyetimdir:
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın..."
Didem Madak
Perdeleri çektiğim gibi duruyorlar. Günlerdir Güneş’i salonda göremiyorum. Sarı bir ışık sızıyor ancak tam olarak ne yapmaya çalıştığını anlayamıyorum. Dedemden kalan iki parça kıyafet vardı. Onları almış, eve getirip yıkamıştım. Kurutmalığa sermeden, salondaki kanepe üzerine serip kurumalarını beklemiştim. Kaç hafta orada öylece kaldılar çoktan unuttum bile! Mutfak küçük olduğu için buzdolabını yıllardır salonda kullanıyorum. Buzdolabı salonda olmasaydı, herhalde aylarca o iki parça kıyafet kanepede cansız durabilirlerdi. Neyse ki içimin tüm arsız kayıtsızlığına rağmen perdeleri yıkadım, etrafın tozunu makineyle aldım, ortada kalan kıyafetleri toparladım ve
çiçeklere bile su verdim. Bir tek limon ağacımla aram iyi değil. Dalında limonları kurudu, öylece balkon kapısı önünde duruyor. Tıpkı kalbimde var ettiğim
sevgim gibi sen de sol güzelim ağaç. Bakamadım, bilerek bakmadım. Ara ara su vermem hiçbir şeyi değiştirmedi. Ağır hastaydı, ilave minerallere ihtiyacı vardı. Sanki o günden beri her şey etrafımda soldu. Ara ara yüzüme baktığım küçük bir ayna var. Ayşe’nin bana hediye ettiği kedi illüstrasyonlarına çok yakın duruyor. En son yüzüme baktığımda gözlerime sürme çektiğim
geceydi. Hâlâ aktara gidip, şöyle daha kıvamlı bir sürme kendime alamadım. Evdeki işe yarıyor ancak daha kalitelisine sahip olabilirim. Şehir merkezine bir gün uğrarsam ilk işim aktara gidip o istediğim sürmeden alıp,
gece gözlerime ç
ekmek olacak. Belki de iyi bir göz hekimine gitmeliyim. Gözlerimin daha iyi görmesini sağlamak adına sürme ç
ekmek hangi yüzyıldan kalma bir alışkanlık ki?
Bugün kendime itiraf ettiğim bir mevzu oldu. Ayşe
güllaçtan bahis açtığında “sen de yapabilirsin,
güllaç yapmak da ne var ki” diyordu. Ayşe’ye söylemedim. Yıllar önce hazır
güllaç seti alıp, evde yapmıştım. Ancak mevzu benim
güllaç yapmam değildi ki! Birisi bana
güllaç yapsaydı çok memnun kalırdım. Ayşe “burada olsaydın yapardım sana, yerdin bolca” diyordu. Ah Ayşe, vefalısın; ancak ben senin vefan karşısında bile yoruluyorum. İnce düşünüyorsun, sevdiğin insanlar için elinde olmayanı da yapmaya hep çabalıyorsun. Çıkıp yürümem, saatlerce boş caddelerde, sokaklarda içimin zehrini gökyüzüne salmam gerekiyor. Bugünlerde hiçbir şey komik gelmiyor. Gülmüyorum demiyorum ancak sıkıntılı bir kahkaha günün bir vakti beni buluyor. Orada da kendi kendime yaptığım saçma bir diyaloğun farkına varıyorum. Uyuşturucu gibi zihnimi sakinleştiren, seyrettiğimde keyif aldığım ve takip ettiğim bir sürü program var. Bakıyorum son günlerde hepsi birikmiş. Açıp bari bir Yasin, bir Fetih okuyayım diyorum; onda da abdestim var mıydı, şimdi sesim borazan gibi çıkıyor, en iyisi sonra okurum diye erteleyip duruyorum. Sigara bile eskisi gibi keyif vermiyor. Bazen tütün sarıyorum makineyle, ondan az buçuk keyifleniyorum. Türk
kahvesi yapacak gücü kendimde bulamıyorum. Filtre
kahve demliyorum ara ara, onda da yeni aldığım
kahvenin tadı berbat çıktı; niye ucuza kaçtım diye kendime kızıp içtiğimden de bir şey anlamıyorum.
Ayşe “bahar dizisini izliyorum bu ara, çok komik geliyor bana, hatta izlerken kahkaha atıyorum, çok sardı” diyor. Başroldeki
kadının “cerrahım” diye
doğaçlama yaptığı sahne gözümün önüne geliyor. Çok eskide kalmışım, hâlâ Emre Karayel’le oynadığı dizisi aklıma geliyor. Geriye gelememişim gibi ancak baktığımda günceli takip etmiyor değilim. Bu ülke son yıllarda pek çok değerini kaybetti. Kavuk bile kaç kez el değiştirdi, sinemalar kapandı, tiyatroların kirası arttı, sofralarda kişi başına düşen et miktarı azaldı, ekmeğin tadı değişti, içtiğimiz suyun bile içine ozon basıldı. Derya’ya bakıyoruz; bir süre orada dertleşebiliriz. İyi temenniler dualarla çivileniyor. “Ayşe” diyorum, “daha neler göreceğiz, daha neler yaşayacağız!” Tabi hâlâ yaşıyorsak bu söylediklerim geçerli: “Bir şey diyeyim mi; bunu canımız sıkılsın diye söylemiyorum ama geri kalan hayatımızda üzüleceğimiz an daha fazla olacak!” Ayşe bu konuya rasyonel bir bakış açısıyla “sorunlar” olarak yaklaşırken, ben Turgut Uyar gibi “mutluluk izleri ve mutsuzluk birikimi” olarak zihnimde bazı şeyleri sınırlıyorum. “Evet” dedi Ayşe, “bugünlerimiz bana da iyi günlerimiz gibi geliyor. Belki de bu günleri bile arayacağız. Üzerimizden atamayacağımız, düşündükçe üzülmekten dolayı kırılacağımız günler olacak. Herkesin yaşayabileceği, yaşadığı ancak vakti gelmeden insanı pek de sarsmayacak türde olan günlerden bahsediyorum.” Sol bacağımı birkaç yıldır tam anlamıyla hissedemiyorum. Ne oldu bilmiyorum ancak bir his travması yaşadığımı düşünüyorum. Dokunurken bile bunu algılayabiliyorum. Böyle anlarda bazıları hemen “doktora git” der. Gülesim geliyor ama söylediğim gibi kendi kendime kahkaha attığım yer burası değil.
“Hayal ettiğim şeylerden bile uzaklaşmak değil, artık bir şeyin hayalini dahi kuramıyorum. Bazen yalnızca gitmek istiyorum. Kitaplarımı, çarşaflarımı, yastıklarımı ve yorganımı alıp bu şehirden gitmek istiyorum. Nereye, nasıl gideceğimi dahi bilmiyorum. Belki garip gelebilir ama bir kızım olsun hayalim vardı ya, onu bile artık hayal edemiyorum zaten. O hayalim gerçekleşse bile kendi içinde mutsuz edeceği şeyleri olurdu ama bilemiyorum. Bazen düşünmek bile istemiyorum.” Ayşe, kedisine bakıyor olmalıydı. Çok geçmeden “olana sahip çık, olmayanı boş ver, kendini bu türden bataklığın içine sürükleme” dedi. Bir süre sonra nereden aklına geldiyse Didem Madak’ın şiirini bana gönderdi. “Bunu benim için okur musun” diye sordu. Bu bir istek, bir rica değildi. Zaten son günlerde sesimi, seslendirdiğim şiirlerde duyuyordum. Benim içinde iyi bir meşgale olur düşüncesiyle “tabi ki” dedim, “normalde böyle
kadın şairlerin erkeğe seslendiği şiirleri pek okumak istemem ama bunu okurum.” Ayşe artık her şeyi bırakmış, şiirde geçen mısraları tekrarlıyordu: “Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca kısmı özellikle, düşünüyorum da şiir nasıl da yaşadıklarımı bana anımsatıyor. Bir şiir yazmak isteseydim, işte bu şiiri, böyle bir şiiri yazmak isterdim. Balkonum yok gerçi, yorgun çamaşırlarda asamıyorum pek ama Didem’in yaşam hikâyesinde bana benzeyen kısımlar çok. Sonum Didem Madak gibi olacak!”
1979’dan kalma bir harita önünde şiiri açtım. Harita dedemden kalmıştı. Kâğıt nasıl da
dost görünüyordu bana! Kalbimi sızlıyordu. Turgenyev’in Asya’sında soğuk bir
gece Ren Nehri’nin kıyısında ellerimi ısıtıyordum. Ondan kalan mumu çakmakla yakarken, şiirin içine çoktan dalıp gitmiştim. Şiiri iki kere okumuştum. Bazı kelimeleri arzuladığım şekliyle çıkaramasam da, ikinci okuyuşum bana yeterli gelmişti. Sonra sahura evde
ekmek olmadığı için hızlıca üzerimi değiştirip, kulaklığı alıp kendimi apartman boşluğuna bıraktım. Saat on ikiyi geçmişti. Komşuların merdivende yürüyüşümden rahatsız olmalarını istemiyordum. Tülay Hanım yıllardır gelmiyordu. Almanya’da rahatsızlandığı bir yaz sonrası bir daha buralara adım atmadı. Burada olsaydı onunla
muhabbeti ilerleteceğimi düşünüyordum. Banu Hanım kız
kardeşinin Şehir Merkezindeki evine yerleşti. Ara ara sahilde onları yürürken görüyorum. Aramızda kırk yılı
aşkın bir tarih olan bu hanımefendilerin yaşamlarını çoğu kez düşünmüşümdür. Banu Hanım bile bana göre hayatı daha aktif yaşıyordu. Çoğu
zaman iki büklüm haliyle yürüdüğünü görüyordum. Yüzünde yürüyüşlerinin verdiği acıyı görüyordum ancak yaşama bir şekilde yine de tutunuyordu. Apartmanın en canlı dairesi önünden geçerken, Moldovalı gelinin adımı söyleyişini anımsıyorum. Kendisi gibi iki tane sarışın erkek çocuğunun olduğu bu daire apartmanın canlı olduğunu gösteren tek alamet sayılabilir. Kocasının da beni her görüşünde “güzel
kardeşim” deyişi yüzümü
güldürüyor.
Allah bahtlarını açık eylesin! Giriş katı ise tam bir nezarethaneye benzedi. Dairelerden biri Iraklı bir ailenin, diğeri ise Rus bir çiftin oldu. Rus çift evi alınca, daire giriş katında olduğu için başta kapıları sağlamlaştırdı. Önünden geçtiğim
siyah, demir bir kapı. Çokça önünden geçtiğim nezarethane kapılarına benzeyen bu
siyah kapı ardınca yaşayan çiftle de hiç sıkıntım olmadı. “Fino” dediğimiz türden, küçük,
beyaz bir köpekleri var. Çiftin erkek olanı Türkçe selamlaşma konusunda bile hâlâ sorun yaşarken,
kadının “iyi günler, merhaba” demesi komik geliyor. Üst kattaki Moldovalı gelin,
kadının en büyük şansı zaten. Hem Rusça rahatça konuşabiliyorlar, hem de bizim gelin ona çat pat Türkçe cümleler öğretiyor. Kendimi sokağa atınca b
aşka düşüncelerle yüzleşiyorum. Farklı sokaklardan ana caddeye doğru yürüyorum. Sağ kulağımda okuduğum şiiri dinliyorum. Şiir bitiyor, baştan tekrar açıyorum, yine kendi sesimi dinliyorum. Aslında beni etkileyen şey şiirin kendisi oluyor. Yıllar önce aramızdan ayrılan Didem Madak dosyasını bu
gece açıyor gibiyim. Yaşamı, şiirleri; ahlat ağacına benzer, düşlediği o kırgın hislerinin ardınca hayata tutunuşu beni etkilemeye başlıyor. 2011 yılında başta edebiyat forumları ve siteleri olmak üzere, sosyal medyada Didem Madak’ın fotoğrafları ve şiirleri çokça paylaşılmıştı. O
vakitlerde karamsar, çürümüş bir yumurtayı göğüsleri arasında saklayan bir cadı gibiydim ancak hayal kurabiliyordum. Şimdi hayalsiz kalışımı düşünürken, yer yer acı çekmediğim sekanslar bulabiliyorum. Benden yaşça büyük hiçbir insan hakkında kötü düşünemiyorum. Bir noktada hayatlarını benimle paylaşan insanların, yaşam döngüsünde bir yer bulabildiklerine, bu döngünün kötüde olsa onlara pek çok şey kazandırdıklarının farkındaydım. Ancak beni asıl hayal kırıklığına uğratan şey, yaşça benden küçüklerin şımarıklıklarıydı. Hayatsızlığı bir bayrak yapıp, köksüz bir mit gibi taç yapıp başlarında taşıyorlar ve
dünyanın acısını yaşadıklarını yüzsüz bir şekilde söyleyebiliyorlardı. Ama hayat her ne olursa olun, bir matematik formülünde yaşanmıyordu. Kızgınlığım yer yer kendisini su kıyısına bırakıyordu. Büyük sözlerim, iddialı ve ateşli haykırışlarım yoktu. Yalnızca yaşamaktan kasıt idi söyleyebileceğim ne varsa!
Üç üstgeçit geçtim. Merdiven basamaklarını çıkmak güç geliyordu. Yolumu uzattım. Okuduğum şiiri tekrar dinlemek için durduğum bir noktada, bir minibüs durdu. Kapı açılınca bir
kadın kendini dışarı bıraktı. Hızlı adımlarla karşıdaki sokağa doğru yürürken, ucuz parfümünün kokusu burnumun direğini sızlattı. Hemen bir sigara yakmalıydım. Olfaktör sinirim asabiyet derecesindeydi ve kendi sinirini sinirlendirecek biri olamazdım. Tüm hatırlayabileceğim kokuları yakacağım bir
gece diliyordum. Buruşuk paketten diri bir dal çıkardım. Onu oyalamadan dudaklarımın arasına bıraktığımda, eve dönüp sahurdan kalma yumurta haşladığım cezvede
kahve yapmayı aklımın bir köşesine koydum. Didem Madak’ın rahatsızlığını içimde hissettim. Annesi gibi kanser olup, ardında çocuğunu öksüz bırakmış
kadının acısını duyumsadım. Benim
çocukluğum, onun “Çalıkuşu’nun Z Raporu” isimli şiirini yazdığı, Zeyniler Köyüne bakan dağları seyretmekle geçti. Bütün sokakları dolaşıyor, kedilere isim veriyor, onları o isimlerle çağırıyordum. Bahar geldi mi, erguvanlar
çiçek açardı, ben onları koklardım. Gövdesine dokunur, dilimin döndüğü dualar ederdim
Allah’a. Bazen ne için dua ettiğimi dahi bilmezdim. Sadece Arapça cümleler sıralardım. Yağmur yağdığında, ıslanırdım; öyle ıslanırdım ki üzerimde her şeyin ıslak olduğunu duyumsardım. Bir ara yanımda poşet taşımayı adet edinmiştim. Bunu alışveriş sırasında kullandığımda oluyordu ancak genelde
yağmur yağdığında cüzdan, telefon ıslanmasın diye kullanıyordum. Şimdi daha ciddi meseleler üzerine kayıtsızlığımı koruduğum için,
yağmurda ıslanmak karşısında önlem dahi almıyorum. Bir kediyi okşayıp, onun yanındayken dua ettiğinde duan kabul olur diyenleri bekliyorum kaşlarımın arasında. Artık kaşıma laf edenleri vurasım geliyor gerçek tabancamla! Sahi, kaşıma laf eden kızlar çok oldu. Kalınmış, çokmuş, kabaymış; kendi kusurlarını örtmek için onlarca çareye başvuranların bu hadsizliği karşısında her seferimde berberim “onlar senin kaşına kurban olsun, ne var kaşında alınacak” deyip, beni
gülümsetiyordu.
Yargılamıyorum. Asabi biri değildim ancak beni de tıpkı sizler gibi insanlar asabi yapıyor. Kimseyi yargılamadığım için beni asabi yapıyorlar. Yargılamak nedir bilir misiniz? Kimseye zararı olmayan bir insanı, hür düşünceleri veyahut onu az da olsa mutlu kılan yanlarını hırpalamak pahasına haksız bir tutum içerisinde bırakmaktır. Yazgının bedevi yargılayışına bir nebze insan göğüs gerebilir ancak bu hadsizlik karşısında ne yapabilir? Dumura uğramış topyekûn sessizliğin içerisinde geberen, soluk aldığı trakeaları sinsiliklerle doldurulmuş, her şeyi doğru yaptığına inanan ve tüm kötülükleri bir b
aşka insana, topluluğa ve haddizatında
Allah’a bile dayandıran kansızlık karşısında hangi yaşamdan bahsediyoruz ki şimdi? Kimseyi yargılamıyorum. Elbette hoşuma gitmeyen şeyler görüyor, gördüğümde başımı çeviriyorum da ancak bunun ne edebiyatını ne de güncel muhasebesini tutuyorum. İnsancıklar ise… Zavallı insancıklar; zavallı biz, kavga etmek bile yakışmıyor organlarımıza. Zihinlerimizin hangi masasında doğru düzgün bir
muhabbet edilebilir? Hangi bardak yakışır, hangi çay demlendirebilir sohbeti?
Sıcak su tutuyorum cezve içine. Kahveye deterjan kokusu geçmesin diye bunu kabulleniyorum. Acı bir
kahve yapıyorum. Bol köpüğü, kocaman
yeşil fincana döküyorum. Kahve bitince o cezveyi sıcak suya tutup, bu sefer içerisine yumurta koyup haşlayacağım. Bakır cezve yerinde kalsın! Birkaç haftaya
bayram gelecekmiş, Ayşe hiç sevmez
bayramları. Yıllardır
bayram seyran nedir benim de pek anladığım söylenemez. Zaten kutlanacak ne kutlu bir havadis geliyor ne de mutlu bir ömür yaşayabiliyoruz. Beyaz bir
kadına refakatçı olacağım Bayram sonrası. Ellerini tutup öpeceğim. “Anne” diyeceğim, “ruhumuza papatyalar takacağız, uyan
anne!”