24
Yorum
35
Beğeni
0,0
Puan
3234
Okunma


Bazen kendini sağa sola vuran denizdeki taka gibi ya da siluetini uzaklara aksedip yılmadan yol alan heybetli yat gibiyim.
Her ikisiyle yol alırken beni, ben yapan değerleri, geçmişten bugüne kadar yaşadığım hayatımı hayallerimle beraber alıp gidiyorum.
Kaybolmak ve kaybetmeyi göze alamayan o takanın ne de yatın güvertesinde dimdik durabilir.
Geçen yıl köye gittiğimde gecenin yarısında uyanıp alt kattaki mutfağa su içmeye indiğimde içime doğan bir hisle dışarıya çıkıp gecenin sessizliğini bozan ateş böceklerinin vızıldayan seslerinin hâlâ etrafta olup olmadığını dinlemek istemiştim. Giriş kapımızın önündeki bahçeden mis gibi gül kokuları geliyordu. İki sene önce İstanbul’dan gönderdiğim fidanlardı bunlar. Ne çabuk büyümüş de gül açmışlardı. Elimi dokunup çevirdiğimde dış kapı kilitli değildi. Sabah kahvaltıda erkek kardeşime kapıyı kilitlemeyi unuttuğumuzu ve gecenin tekin olmadığını söylediğimde, aldığım cevap manidardı.
"Abla buralarda insanlar birbirini tanır, kimsenin kimseye zararı dokunmaz "
Çocuklar kendi yaşıtlarıyla birlikte sokaklarda gülüşüp, birbirini yenme umuduyla heyecanla haykırarak uyum içinde top oynadıklarını görüp hayran hayran bakıyordum. Aklıma geçmişim hücum ediyordu sanki. Bir anda ağaçlara tırmanıp gökyüzüne ulaşan dallardan meyve toplama ümidiyle, hatta acıkmışlığımı doyurma mutluluğuyla bulmuştum kendimi. Yalnız kalmak yoktu dünyamda. Başka bir çocuğun hem koşup hem de kız kardeşinin elinden tutmasıyla, bana doğru ağaca çıkmalarını seyrediyordum.
Bir yandan da iki başın omuz omuza alçak yapılmış asma köprüsünün üstüne doğru yürüyüp durduklarını, eğilip dereyi elleriyle tutma sevdalarını. O taşlara çarparak akar suyun oluşturduğu sert dalgaların nasıl da kalbe ulaşılmaz güç verdiğini hissedebiliyordum. Biliyordum ki, büyüdüklerinde de aynı güçle birbirlerine sarılarak bozulmaz dostlukları nereye giderlerse gitsinler yanlarına götüreceklerdi.
Sükûnet mi? Hâlâ var.
Huzur ise dudaklarımın arasında tebessüm ediyor.
Geniş mânada, kendimin de dahil olduğu insanların bugün büyükşehirlerde daha çok fazla para kazanmaktan ötürü kalplerin merhamet hissini yitirmiş olduğunu diye düşünmeden yapamıyorum.
Şafağın karanlığında, henüz etraf aydınlanmadığı, insanın kendi yüz rengini dahi göremediği saatlerde evden alınıp servisle okula giden çocuklar veyahut da anne okşayışından mahrum kreşte büyüyen bebeler aile sıcaklığı kavramından uzak başka kucaklarda büyüyorlar. Yorgunluktan sıhhati bozulan, takati kalmayan bu çocukların büyüdüklerinde yalnızlığı seçeceklerine üzülüyorum…
Tam da şimdi! Kendime “nerede durduğumu" soruyorum
Sabırsızca itişip kalkışan kalabalığa, kulaklarımı tıkamak istediğim görüntüyü bozan çirkinliğin içinde mi, yoksa uzaklardaki oturma odasıyla bitişik mutfaktan taze pişmiş süt kokusuna uyanıp Erzurum radyosundan yayılan sabah türküleriyle beraber anne babamla aynı masada kahvaltı etmek mi?
Kendini sağa sola vuran o taka gibi, sokak arasında tenha bir mahallenin içinden geçerken dört bacaklılardan değil de iki bacaklı mahluklardan daha çok korkulması gerektiğini telkin ede ede, kendime yakıştıramadığım korkularımla sallansam da eski çocukluk çağlarımla yüzleşerek dimdik yürüyebiliyorum. Yürüdükçe, yürüyesim geliyor. Ayaklarım yatın yüksekliğine ulaşmasa da ruhum saltanat tahtına çıkmış gibi huzur içinde. Cesaretim hayallerime güç veriyor. Öyle bir güç ki, bana hırs ve menfaat düşkünlüğünü hiç aşılamadı. Merhameti, yüzüme esen kuzey rüzgârından, güneşin aydınlığından alıyorum. İçimdeki kuşlara kanatlarını sallayarak uçtukça yükseklere çıkıp bir zaman sonra yere doğru dallara ve rızık toplamak için toprağa ineceğini unutturmuyorum.
Her iki şehrin ruhunu kucaklayan ufuktaki yağmur bulutlarının bana getirdiği su damlalarına eğilerek ikisinin de yanaklarından öpüyorum…
Ümmühan YILDIZ