Evimizin önündeki salıncağın ipini tutan annem kulağıma eğilip, "Git, Emel Ablanla, Yusuf Abinin ortasına otur yaramazlık yapmasınlar." Salıncaktan hemen yere atladım. Yüzümde annemin nasıl bildiğinin şaşkınlığı ile elimde olmadan çekimser gülümsedim. Yaşım ilkokul yaşına başlayacak yaşta bile değildi. Annemin yaramazlık dediği de el ele tutuşmaktı ve o dahi yasaktı köyümüzde. -Tamam, anne gidiyorum. Evimizin arka kısmında hafif tümseği olan set set sırayla ekilmiş, boyu yaklaşık yarım metre ve bir metreyi bulan çay bahçemiz vardı. Bilirdim onların nerede buluştuklarını. Son çay setiyle, tümseğin arasındaki boşlukta Emel Ablayla, Yusuf Abinin olduğu yere koşarak gittim ve ikisinin ortasına heyecanla şap diye oturdum. Emel Abla Yusuf Abiyle buluşmadan önce etrafı gözetleyerek anneme göz işaretiyle, ’’eğer beni ararlarsa yakalanmamak için haber ver’’ der gibi bakıyordu. Annem iki ailenin karşı çıkmasına rağmen birbirine âşık iki gence elinden geldiğince yardımcı olmak, onları kavuşturmak istiyordu. Defalarca ailelerine "Yapmayın, etmeyin, ölümlü dünya, birbirinize kırıcı olmayın ikisine de günahtır. Birbirlerini seviyorlar öncü olun, büyük olun, ellerini ayırmayın. Sonra çok pişman olursunuz " Yusuf Abinin annesi Emel Ablayı gelin almak istemezdi. Oğlunu daha zengin toprağı olan, varlıklı bir ailenin kızıyla evlendirmek isterdi. Bu yüzden Emel Ablanın babasına, "kızını gelin etmeyeceğim, oğlumun yakasını bıraksın demişti" İbrahim Dede de bu sözleri gururuna yedirememiş kızını evden dışarıya çıkmasını yasaklamıştı. Uzun müddet iki aile arasında birbirlerine hoş olmayan sözler birilerinin aracılığı ile iki aile arasına gidip gelirdi. Yusuf Abi akrabamız, Emel Abla mahallemiz kızıydı. İkisinin aşkı bütün mahallenin dilindeydi. Emel Abla incecik, uzun boylu, ela gözlü, yürüdüğünde endamının üzerine eğilirdi kuşlar. Sonra bahar olurdu takvimler. Güzelliğin duygusu postunu çıkarıp güneşe sarılırdı. Yusuf Abi, akrabalarımızın arasında, esmer atletik yapılı 1,80-1,90 arası uzun boyuyla mahallemizin en yağız delikanlısıydı. Dedelerinden gelme/kalma ağalıkla, soylu, köklü, okumuş, kültürlü, bilgili ve varlıklı olduğundan diğer akrabalarımız kendi kızlarını Yusuf Abiyle evlendirmek isterlerdi. Emel Ablayı kıskandıklarından annesine kötü kötü laflar söyleyip dedikodu yaparlardı. Ne söylerlerse söylesinler Yusuf Abinin gözü Emel Abladan başkasına yar diye, yârim diye bakmadı, görmezdi. Aralarında oturduğumda zayıf çelimsiz minnak olsam da beni sıkışmadan birbirlerine kenetlenircesine sarıldıklarında, topraktan havaya yayılan papatya kokusu bile ağlardı. Etraf sessizliğe boğulurdu. "Yusuf, annende yumuşama var mı? " Yusuf Abi bakışlarını eğerdi, Emel Abla anlardı. "Bir araba bul, kaçalım taaa uzaklara. Ne pahasına olursa olsun seninle her şeye varım" Yusuf Abi, konuşamaz susardı. Evin tek oğluydu, bilirdi annesini bırakamayacağını. " Az daha sabret gülüm" derdi, Emel Ablanın gül yazmalı eşarbından tel tel dökülen saçları yüzüne inerken, başını olumsuz sağa sola sallar.. " Ayıracaklar bizi " der gözlerini silerdi Yakıcı hasreti yüreğinde hissettiğinde, babasının yasaklarından kaçıp anneme ’’ Yusuf, çay bahçesinde buluştuğumuz yerde beni beklesin’’ derdi. Annem adımı seslendiğinde çay bahçesine doğru anlardım, anlardık Emel Ablanın arandığını. Son bir hasretle birbirlerine sarılıp, eğilerek çaylıkların içinden diğer uca doğru usul usul giderek görünmeden kaçıp uzaklaşırdı. Yusuf Abi bir müddet daha oturduğu yerden kalkmaz, seslerin uzaklaşmasını beklerdi. O gün son buluşmaları olduğunu bilmedik, bilemedik. Emel Ablanın bizi ayıracaklar dediğinin üzerinden yıllar geçti. Babasının evine köye her gelişinde bir tek anneme uğrar helallik ister, hâl hatırını sorardı. Babası uzak diyarlara, Muğla’ya, Karadeniz’den göç etmiş ailenin oğluyla zorla evlendirmişti. Emel Abla iki oğlan annesiydi. Yusuf Abi iki kız üç oğlan beş çocuk babasıydı. Bir gün tam çayı demlemiş, içmek üzereyken, anneme yine Yusuf Abinin nasıl olup olmadığını, mutlu mu diye sorular sorarken, dışarıdan bir ses, ’’Yenge evde misin?" Adana’ ya göç etmiş Yusuf Abinin sesini duyduğumuzda hepimizin eli ayağına dolandı Kapının açılmasıyla içeri dolan geçmiş, hüzün ırmaklarıyla birleşti. Ve bütün evreni sardı. İşte oradaydı. Emel Abla, orada öylece koltukta duruyordu. Dünyayı ateş yaktı kavurdu, bir kadınla bir erkeğin varlığı oracıkta taş olup dondu kaldı. Maya yoktu yeniden yoğurulup yıllar önceye geri dönmeye. Her ikisi de gözleriyle kıyasıya çarpışarak birbirini devirerek sustular. Birbiri önlerinde, âdeta yığıldılar. Bir süre hiç kimse konuşmadı. Giden zamanın önünde yürümek zorundaydılar, düşe kalka, bata çıka. Ömürlerinden ömür alanlar ebediyete göçmüştü. Söylenecek hiç bir şey yoktu, sessizlikten başka. Sel dalgalarında parçalanarak ağır ağır adımlarla arkalarına bakmadan ilerlerken aşk, ne renginden, ne duygusundan, ne sesinden, ne buğusundan; ne genzinin yanmasından, ne burnunun sızlamasından, hiçbir şey kaybetmemişti...
|