- 954 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
SEÇENEK
Önce bir bebek ağlaması duyuldu. Sonra köyün yaşlı ebesi ellerini peşkirde kurulayarak odadan çıktı. Merakla bekleyen Hasan’a, Hasanın babasına baktı. Gülümsedi:
“Hadi gözünüz aydın. Nur topu gibi bir oğlumuz oldu.”
İkisinin de gözlerinde ışıklar yandı. Birbirlerine sarıldılar. Hasan’ın babası:
“Hay Allah senden razı olsun Zöhre bacı, ellerin dert görmesin. Bu muştun her şeye değer. Allah ne muradın varsa versin “
Çıkardığı bir miktar parayı Zöhre ebenin hırkasının cebine soktu. Zöhre ebe:
“Ne gerek var. Bana sizin dualarınız yeter.” Dese de parayı geri vermedi.
Ebeyi Hasan evine götürdü, döndü. Hasanın babası:
“Ehh Hasan Allahlımıza şükürler olsun. Soyumuz sürecek. Hadi sen yanlarına git, karını, oğlunu gör.”
Hasan saç diplerine kadar terlemiş eşinin alnında elini gezdirdi. Sevgiyle gözlerine baktı.
“Geçmiş olsun, iyisin değil mi?”
Sonra kundaklanmış oğlunu kucağına aldı. Öpmeye kıyamadı. Kokladı. Fazla durmadı yanlarında. Babasının yanına geldi. Babası tabakadan tütün sarmış. Ağızlıkla içiyor dumanını zevkle savuruyordu.
Bir süre konuşmadılar. Nice sonra Hasan:
“Baba adını ne koyacaksın” Güldü babası:
“Oğlan senin, sen koy adını.” Hasan da güldü:
“İlahi baba sen dururken…”
“Madem öyle adı Ahmet olsun. Öyle şehirli isimleri bize yakışmaz. Hem köylü bizi kınar. Ne o öyle Aslan, Kaplan, Yıldırım, Bora. Öyle isim mi konurmuş? Hasanın annesi geldi yanlarına. Neşesi ayyuktaydı. Hasanın babası Karısına:
“Vayy… Evimin direği, gönlümün sultanı; gelinim, torunum nasıl, iyiler mi? Ben ne zaman göreceğim onları?” Karısı güldü:
“Adam bakıyorum da oğlan torunu duyunca ağzından bal damlıyor. Hele gelin kendini biraz toparlasın, ben sana haber veririm.”
Gelininin yanına girdi. Bir süre sonra kocasına:
“Hadi gel gör gelinini, torununu.”
Odaya giren Hasanın babası:
“Has gelinim geçmiş olsun.” Torununu kucağına aldı, öptü:
“Hay maşallah. Efe bu efee… Gelin kızım ahırdaki alabaş ineğin yeni gunnadığı düve senin. Artık ikisini bir büyütürsün.”
Köyün hocasını çağırdılar. Bebeği kucağına aldı Hoca. Sessizce ezan okudu. Kulağına göbek adın Muhammet senin adın AHMET… AHMET… AHMET… Dedi.
Hocaya; kenarları işlemeli, püsküllü peşkir verdiler.
Günler geçti ilk dişleri çıktı, komşular toplandı diş hediği yediler. Sonra yaşını karşıladı yürüdü Ahmet. Sevindiler. Aylar ayları kovaladı, yılları da yıllar. Büyüdü serpildi. Dedesinin kıymetlisiydi Ahmet. Cami, kahve dönüşü halkalı şekerler aldı ona. Yedi yaşında okula başladı. Beş sene sonra okul bitti. Sıra ortaokula gelmişti. Ama köyde ortaokul yoktu. Köyden birkaç arkadaşıyla İlçede bir ev kiraladılar. Aileleri onlara bulgur, un salça, makarna, kuru fasulye verdi. Yemek yapmasını öğrettiler. Erzakları bitince köy minibüsüyle İlçeye gönderdiler. Ortaokul da bitti. Sıra liseye gelmişti. Arkadaşları –buraya kadar- dedi. Daha fazla okumadılar. Köye döndüler.
Ahmet okumak istiyordu, ağladı dedesine:
“Dedem, koca dedem ne olur okut beni.”
Dedesi kollarını ensesinde kilitledi. Epey düşündü. Nice sonra:
“Karnelerini, şahadetnameni hazırla yarın İlçeye gidiyoruz.”
Âdem Ağa sert yapılı, az konuşan biriydi. İlçede öğrenci yurdu vardı. Ona gittiler. Dedesi:
“Ağa hep duyarız. Sen köy çocuklarına sahip çıkıyorsun. Aha işte karneleri, şahadetnamesi. Ahmet’im akıllıdır. Ara yere gitmesin. Okusun kendini kurtarsın. Bir yatak da Ahmet’ime ver. Borcumuz ne ise öderiz.”
Âdem Ağa karneleri uzun uzun inceledi:
“Yurda gidin, kaydını yapsınlar.”
Sevinerek çıktılar. Bu kadar kolay olacağını ikisi de tahmin etmemişti. Ahmet’in kaydını yaptırıp köylerine döndüler.
Lisede de başarılı bir öğrenciydi Ahmet. Son sene Üniversite sınavına girdi. Aldığı puan çoklarının hayali olan birçok fakülteye girmesine yetiyordu. O İnşaat Mühendisliğini seçti. Üniversite de başarılıydı. Yakında mühendis olacak Ahmet. Sonra da isminden önce İNŞ. MÜH. gelecek
++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++
Ahmet okumak istiyordu, ağladı dedesine:
“Dedem, koca dedem ne olur okut beni.”
“Gel Ahmet otur yanıma.”
Saçlarını okşadı:
“Benim babam, ben, senin baban, sen hep bu köyde doğduk. Toprak candır Ahmet. Toprak vefalıdır, fedakârdır. İnsanlar gibi değildir o, nankörlük bilmez. Verilen emeği inkâr etmez. Buğday verir, sofranda ekmek olur. Pancar verir, çayında şeker olur. Günebakan verir, çorbanda yağ olur. Hangi mesleği yapansan yap, başında bir baş vardır. Bak toprak öyle değildir işte, o senin ne ektiğine ne diktiğine bakar. Sen de canının istediğini eker, canının istediğini dikersin. Kimse sana karışmaz Her şey sana bağlıdır. Bir eker bin biçersin. Ekmezsen, bakmazsan elin böğründe beklersin.”
Bunu beklemiyordu Ahmet. Şaşırdı, üzüldü. Gök kubbe başına çöktü. O günden sonra evdeki herkese küstü. Annesi:
“Benim ne suçum var Ahmet? Bana niye küstün” dese de annesiyle de konuşmadı.
Bahar geldi. Ağaçlar çiçek açtı. Buğdaylar yeşerdi. Köylülerde bir kıpırdanma, bir hareketlilik başladı. Üçer beşer tarlalara, bahçelere çalışmaya gittiler. Ahmet’e de can gelmişti. Okumayı unutmuş Rençberligi sevmeye başlamıştı. Küsmekten de vaz geçti. O da katıldı bu hay huya…
Günü geldi. Askere gitti Ahmet. O nu askerde çavuş yaptılar. Askerlik dönüşü amcasının kızı Ayşe’yle nişanladılar. Harman sonu düğünleri oldu. Yenildi, içildi, oynandı. Düğün gecesi yanıp sönen mavi, kırmızı ışıklı arabalarıyla jandarmalar geldi. Onlara düğün yemeğinden ikram ettiler. Giderlerken muhtara:
“Yemeğinizi yedik. Hakkınızı helal edin. Evlenenler mutlu olsunlar. Muhtar sakın silah atılmasın. Sonra başınız belaya girer. Bizden söylemesi.”
“Afiyet olsun. Biliyorum Komutan, bilmez miyim hiç. Hem muhtar olarak ben de cunhalı olurum. Merak etmeyin bizim köyde öyle şeyler olmaz. “
Bir oğulları oldu. Adını Hasan koydular. Hasan’ı buğday yığınlarının, bahçelerdeki ağaçların gölgelerinde büyüttüler.
Ahmet’le Ayşe tırpanla ekin biçmişler, tarladaki kiraz ağacının gölgesinde dinleniyorlardı. Hasan buğdayların arasına saklanıyor:
“Babaa… Hadi beni bulun diye bağırıyor, oyunlar oynuyordu.
Gökyüzünden bir uçak geçti. Ahmet uçak gözden ırayıncaya kadar ona baktı. Ayşe anladı:
“Bak Ahmet’im okuyacaktın da ne olacaktı ki. Çok şükür ekmeğimiz var aşımız var. Aç değiliz, açıkta değiliz Geçinip gidiyoruz işte. Atanın kaderi evlada mirastır derler. Ninemiz, dedemiz ölüp gittiler. Mekânları Cennet olsun. Babalarımız, annelerimiz de ihtiyarladılar. Bunca tarlayla ikimiz başa çıkmaya uğraşıyoruz. Allah başımızdan eksik etmesin. Yarın birgün onlarda Allah’ın rahmetine kavuşacaklar. O zaman tarlalarımız iki kat artacak. Daha çok çalışacağız, daha çok ürünümüz, paramız olacak. Ahmet:
“ O zaman traktörde alırız değil mi Ayşe?”
“ Alırız tabii niye almayalım. Hasan’da büyür sana yardım eder.”
“Hadi kalk Ayşe bu günlük, bu kadar yeter. Köye gidelim. Sen hamur yoğur. Pişi yap. Annelerimizi, babalarımızı da çağıralım. Hep beraber sıcak sıcak yiyelim.”
“Pişi dediğinde neymiş ki tabii yaparım.”
Kalktılar. Onlar önde Hasan peşlerinde yola düştüler. Biraz gittikten sonra Hasan:
“Baba yoruldum. Beni omzuna alsana.”
“Alırım almasına da, ninenin taklidini yaparsan.”
Hasan dünden hazırdı. Ellerini beline koydu, eğildi, bacaklarını ağır ağır kaldırdı. Dilini çıkardı:
“Of anam off… Bu kör olası bacaklar çekmiyor beni artık çekmiyorrr” dedi.
“Bu Hasan babamın adı ağzımızın tadı. Ama aynen soytarı bu canım soytarı…”
İkisi de kahkahalarla güldüler.
Köye girdiklerinde güneş batmak üzereydi.
Hasan babasının omzunda ellerini çırptı.
“Pişi yiyeceğiz pişiii.”
YORUMLAR
Ne güzel bir yazudır. Yine güzel bir anlatım diğer sayfalarınız gibi. iki Ahmet de yararlı olmuşlar neticede biri toprakla uğraşıp aşımızı sağlamış , diğeri de inşihat mühendisi olarak topluma sağlam binalar yaparak yararları olmuştur! Her iş değerlidir, birbirini tamamlayan zincirdir. Kaleminiz hiç bitmesin kıymetli komutanımız.Saygılarımı bıraktım...
Bedri Tokul
Yorumunuzla mutlu ettiniz beni...
Selam ve Saygılarımla.
çıtayı yükseğe koymak diye bir tabir var ya
işte "edebiyat meclisi" öyle bir yazı idi
her yazdığın yazıyı "edebiyat meclisi" ile kıyasladım ben
ve hepsinde kusurlar buldum
"babam ve oğlum" filminin yönetmeni çağan ırmak; bu filminden 3-4 sene sonra ıssız adam filmini çevirdi.Eleştirmenler ıssız adam filmini babam ve oğlum filmi ile kıyasladılar sürekli ve ıssız adam filmi iyi bir film olmasına rağmen babam ve oğlum un gölgesinde kaldı sürekli ve begenilmedi
çağan ırmak bunun üzerine şunu söyledi
"bir yönetmen hayatında bir kez babam ve oğlum gibi bir film yapabilir.benden her seferinde böyle bir film beklemeyin"
ama sen
çıtayı çok yükseğe koyduğun "edebiyat meclisi" yazının belki de önüne geçebilecek bir yazı yazdın bugün.
Ben yazının konusuna değil niteliğine değinmek istiyorum
geçmişin saflığına olan özlemimizi bir nebze doyurduğun için sana minnettarım
geçmişin geleneklerini bize dupduru bir hikaye ile hatırlattığın için sana minnettarım
maddiyatın değil, sevginin saygının kazandığını hatırlattığın için sana minnettarım
toprağın ana olduğunu, sürekli doğurduğunu ve her doğurduğunu bize verdiğini, lüks arabaların, villaların , yatların, sahte mutluluk verdiğini, asıl mutluluğun bir avuç tohumla doğaya can veren ; kocaman ağaçlar rengarenk meyveler verdiğini bize yumuşacık bir tokatla hatırlattığın için sana minnettarım
seni kocaman öpüyorum, seni yanaklarından değil, o kocaman, o gümbür gümbür atan kalbinden öpüyorum.
Bedri Tokul
Benim ödülüm de bu yorum...
KARTAL 'ım benim...
İkisi de mümkün . Önemli olan huzurlu mutlu olmak. Sonunda iki seçenekte mutluluk var .
Yine güzeldi komutanım. Kaleminize sağlık.
Saygılarımla...
Bedri Tokul
Aynen öyle sevgili Kardeşim.
Dediğin gibi önemli olan huzur ve mutluk.
Yaptığı işten zevk almak.
Selam ve Sevgilerimle...
Ağabey... Hiç düşünmeden bir yargıya varırsak, inşaat mühendisi Ahmet'in kaderinin daha iyi belirlendiğini, büyüklerinin daha ileri görüşlü olduğunu, dolayısıyla da çiftçi Ahmet'e göre vatana-millete daha yararlı olduğunu söyleriz...
Acaba?...
Vatanın-milletin modern binalara ihtiyacı olduğu kadar toprağının da işlenmeye, doğasının korunmaya ihtiyacı olduğunu düşündüğümüzde "Acaba?" itirazımızın haklılığı belirmeye başlar...
Öyleyse?...
Öyleyse, iki Ahmet arasındaki ortak paydanın (veya kaderin) sevgi ve ilgi zengini bir aile ile çevrenin olduğunu, yani burada bir 'ikilem' olduğunu ("padişah sen isen ordunun başına geç, ben isem emrediyorum, ordunun başına geç" misali...) ve bunun vargısının da vatana-millete hizmet olduğunu fark edebiliriz...
Yani, inşaat mühendisi (ve belki de mutsuz) Ahmet'in gördüğü 'pozitif ayrımcılığın' her zaman tartışma konusu yapılabileceği anlaşılır...
İletişim ve ulaşımın bu kadar geliştiği zamanımızda insanımızın burada ortaya çıkan vargıyı kolay algılaması, çiftçi Ahmet'in kaderinin hiç de küçümsenemeyeceğini, iki Ahmet'in kıymet, saygınlık bakımından eşit olduğunu düşünmesi beklenir...
Yeter ki, inşaat mühendisi Ahmet bu deprem coğrafyasına uygun binalar yaparken, çiftçi Ahmet de toprağı zehirlemeden üretsin...
Ağabey, yine düşündüren ve sorgulatan bir öykü yazmışsınız...
Yine ustalıkla... Var olasınız...
Selam ve saygılarımla.
Bedri Tokul
Birisi bana bu yazıyı niye yazdın diye sorsaydı. Derdim ki:
"Belki ben güzel anlatamam. Yekta Attila kardeşimin bu yazıya yaptığı
yorumu okuyun. Daha iyi anlarsınız."
Evet... Benim bu yazıyla demek istediğim de aynen yazdığın gibiydi. Her yazımda gözüm seni arıyor.
Sen klasik yorumlardan ziyade yazının özüne giriyor, fikrini söylüyor,
yazıyı önemli kılıyorsun. Bu da beni çok mutlu ediyor.
Sana çok teşekkür ediyorum.
SAĞ OL. VAR OL. HEP OL...
sevgi ve Saygıyla.