9
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
1110
Okunma


Küçük kızım merkezi Ankara’da Türkiye’nin birçok yerinde de şantiyeleri olan inşaat firmasında görevli. İşi hep yoğundur. O izin alıp bize gelemez. Çok özlediğimizde, çok özlediğinde biz onun yanına Ankara’ya gideriz.
“Baba özledim, gelin.”
Eşimle gittik Ankara’ya. Emekli olup Isparta’ya yerleşmeden önce Ankara’da yaptığım sekiz yıllık görevim esnasında edindiğim birçok arkadaş, dosttan hiç birisi kalmamıştı. Sabah çocuklar işe gidiyorlar, ben eşimle evde kapalıyız. Sıkılıyoruz. Bir gün:
“Hanım ben çıkıyorum. Şöyle biraz dolaşıp geleceğim.”
Bir yazımda; bir süre Ankara Denizciler Caddesinde oturduğumuzdan bahsetmiştim. Kardeşim Ahmet Zeytinci de yazıya yaptığı yorumda iş yerinin de Denizciler Caddesinde olduğunu yazmıştı. Kafama koydum Ahmet Zeytinciyi bulacak, Onunla ruberu tanışacaktım. Zor olmadı ayakkabı mağazasını bulmam. İçeri girdiğimde bilgisayarının başında yazı yazıyordu. Ben selam bile vermeden:
“Yazıyı bitirince hemen yayınla da biz de zevkle okuyalım usta Yazar Ahmet Zeytinci.”
Ayağa kalktı. Şaşırmıştı. Ben - buyur otur- demesini beklemeden masasının karşısındaki sandalyeye yerleştim.
“Susun, siz kim olduğunuzu söylemeyin ben bulacağım.”
“Bana genelde Komutan derler.”
Gözleri ışıdı. Sarıldı bana.
“Vayy… Bedri Abim. Bildim seni. Ne iyi ettin de geldin. Ben seni tanımayı çok arzu ediyordum. Bak nasip bu güneymiş işte.”
Ben neden Ankara’da olduğumu anlattım. Sonra laf döndü dolaştı, deftere geldi. Defterden, defterdeki yazılardan, yazarlardan bahsettik.
“İşler nasıl Ahmet kardeşim.”
“Valla abi diğer esnaflar nasılsa ben de öyleyim işte. Sarsılsam da çok şükür ayaktayım. İşler yavaş yavaş açılıyor. Allah hepimizin yardımcısı olsun.”
“Sana bir önerim var. Bir kampanya başlat. Edebiyat Defteri üyelerine % 10 indirim yap. Hem üyelerimiz kazansın hem de sen kazan.”
“Olabilir abi. Ben bunu bir düşüneyim. Fena fikir değil.”
Saate baktım:
“Oooo… Saatte on ikiye geliyor. Yemek vakti. Öyle bir acıkmışım ki.”
Cep telefonundan bir yerleri aradı:
“Benim ben, Ahmet abin. Bizim mağazaya iki…”
Koluna vurdum.
“Kebap olsun kebap, hem benimki bir buçuk olsun. Yanında da dört beş adet soğuk ayran,”
Gelen kebapları yedik. Ben üç tane ayran içtim. Ahmet Kardeşim de bir ayran.
“Gelmişken bir de ayakkabı alayım.”
Mağazayı gezdim. Bir ayakkabı beğendim. Ahmet Kardeşim:
“Abi o ayakkabı indirimde. İndirimli fiyatı 100 lira. Sana 90 liraya olur.”
“Tamam. Gel şimdi bir hesap yapalım.”
“Abi ne hesabı 90 lira dedim ya.”
“Sen yılların esnafısın ama kusura bakma bu işi bilmiyorsun.”
Oturduk.
“Sen şimdi benim dediklerimi yaz. On lira Defter indirimi, yirmi lira yazılarını okuduğum için, yirmi lira yorum yazdığım için. Isparta’ya varınca ben yaşadıklarımızı yazarım o yazı da muhtemelen günün yazısı seçilir, daha çok okunur. Elli lira da reklam ücreti, ne etti?”
“Yüz lira.”
“Tamam, ver şimdi on liramı.”
Ahmet kardeşimin yüzü düşmüş, sesindeki o canlılık yok olmuştu.
Kasayı açtı. “ On lira yok, yirmi lira var.”
“Ver şimdi o yirmiliği. Bende bozuk yok hepsi bütün iki yüzlükler var. Bir daha ki gelmemde veririm on liranı.”
Hazırladığı paketi aldım, çıkarken:
“Ahmet kardeşim artık insanlarda gönül, hatır kalmadı. Alış veriş ciddi iştir. Bir şey mi alacaksın illaki tanıdıktan alacaksın. Tanıdıkların dükkânı söğüt gölgesi değil ki. O da para kazanacak, Onunda çorbası kaynayacak. Haksız mıyım?” Ahmet kardeşim duyulur duyulmaz bir sesle:
“Haklısın abi”
Vedalaşıp bir daha görüşmek dileklerimle oradan ayrıldım.
Kızımın evine geldiğimde ayakkabı kutusunu açtım.
“Nasıl ayakkabılarım güzel mi?”
“Çok güzelmiş. Kaça aldın” dediler.
“Fiyatı önemli değil. Size tavsiyem bir şeyi çok beğendiyseniz fiyatına bakmayacaksınız. Bu ayakkabıların iki yıl garantisi var. Altı ay sonra deforme oldu gerekçesiyle yenisiyle değiştireceğim. Yarında sizi götüreyim siz de beğendiğiniz ayakkabıyı alın.” Kızım:
“Baba bir ayakkabının iki yıl garantisi nasıl olur?”
“Orasına aklım ermez. Tüketici kanunu öyle diyor. Gelen yeni ayakkabıyı da altı ay sonra yine aynı gerekçeyle değiştireceğim.”
“Peki, bu ne kadar gidecek?”
“Gittiği yere kadar.”
“ Baba yarın şirketin arabasıyla Isparta’ya dönüyorsunuz. Hani ben- Şirketten iki mühendis Antalya’daki şantiyeyi kontrole gidecekler demiştim de sende-kızım madem araçta yer var bizi de Isparta’ya bıraksınlar- demiştin unuttun mu?
“ Tüh be… Size de birer ayakkabı alsaydım. Para önemli değildi.”
Ertesi gün kızımın çalıştığı Şirketin arabasıyla yola çıktık. Yolda mühendislere kılık kıyafetin en iyi tavsiye mektubu olduğunu, iyi bir giyimin insanların itibarını artırdığını, zira itibardan tasarruf yapılamayacağını, berberden, terziden hamamdan, ayakkabıcıdan paranın esirgenmeyeceğini anlattım.
Bizi evimizin önüne kadar getirdiler:
“Size yemek ısmarlardım. Ama sizler prensipli insanlarsınızdır, bilirim. - Yolcu yolunda gerek-der kabul etmezsiniz. Yolunuz açık olsun. Çok teşekkür ederim” dedim. Onlarda Antalya’ya devam ettiler.
Hanımda, ben de acıkmıştık. Yakınımızdaki lokantayı aradım:
“ Bize bir porsiyon köfte pidesi bol olsun”
Hanım:
“Bre adam biz iki kişiyiz niye bir porsiyon söylüyorsun ki köfteyi?”
“Sen böylesin işte, hiç sağlığını düşünmezsin. Bu sıcakta fazla yemek sağlığa zararlıdır. Yoksa para hiç önemli değil.”
Bol pide az köfteyle karınlarımızı doyurduk.
Alış, veriş çok ciddi bir iştir çoookk…