9
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
794
Okunma

Yıl 1968. Aldığım ilk maaşımı kuruşu kuruşuna babamın eline saydıktan sonra, “Al oğlum bunu kendine harçlık yap” diye verdiği parayı koydum cebime. Bindim otobüse. Geldim. İlk birliğimin misafirhanesinde yerleştim.
Benden bir sene evvel mezun olmuş, aynı birlikte görev yaptığımız Lütfü bir gün bana:
“ Ayrıl misafirhaneden. Ben kiraladığım evde yalnız kalıyorum. Gel beraber kalalım.”
Güzel bir teklifti. Üç beş parça eşyamı aldım. Geldim Lütfü’nün evine. Bekâr adamın ne eşyası olacak ki?
Sivas’ın Zara kazasının bir köyündendi Lütfü. Amasya’nın Boğa köyünden de ben.
Yaşamlarımız, kültürümüz, çektiklerimiz, umutlarımız hep aynıydı. Çok iyi anlaştık Lütfü’yle.
Bazen mesai bitimi akşam yemeğimizi misafirhanede yesek de, genelde kaldığımız evde bir şeyler hazırlardık. En çok ta yumurta ve makarnaydı yediğimiz.
Bırakın renkliyi, siyah beyaz televizyon dahi yoktu o yıllarda. Küçük bir radyomuz vardı. Türküler dinlerdik ondan. En çokta uzun havalar. Duygulanırdık. Ağladığımız bile olurdu.
Lütfü anlatırdı:
“İki kardeştik biz. Ablam ve ben. Ablam köyden biriyle evli. Ben ilkokulu bitirince babam:
“Bu köylülük iş değil oğul. Seni Kazada ki amcalarının yanına götüreyim. Orada oku. Kendini kurtar.” Dedi. Astsubay okulunun imtihanlarını kazanıncaya kadar onların yanında okudum. Azarlar işittim, sustum. Horlandım, sabrettim. Babam, annem hala köydeler. Tarlalarımızın geliri ancak karınlarını doyurmaya yetiyor. Arada bir para göndersem de, daha çok biriktiriyorum. Yeteri kadar param olunca onları alacağım yanıma. Mutfağı, banyosu ayrı apartman dairelerinde oturtacağım. Banyolarında üzerlerine yağmur gibi sıcak sular akacak.”
Ben de anlatırdım:
“ Benim babam, annem mecbur kaldılar köyden ayrılmaya. Şimdi kız kardeşimle birlikte Ankara Denizciler Caddesinde bir göz odada yaşıyorlar. Ben de kurtaracağım onları. Bilenlere sorup öğreneceğim. Buraya kardeşimin tayinini çıkarttıracağım önce. Daha sonra senin hayallerin ne ise benimkilerde o.”
Maaşlarımızı aldığımız bir gün Lütfü:
“Ben kasaba gidiyorum.”
“Bende…!” Dedim.
Anladı. Güldü.
“Tamam.” Dedi.
Kıymamızı pişirdik. Pahalıydı ama olsun. Muz bile almıştım. Soframızı kurduk. Şişeyi açtık. İçki önce kana karıştı. Sonra duygular yüreklerimizi teslim aldı. Radyoda ki bir türkü de aldı bizi sevdiklerimize götürdü.
O anlattı. Ben anlattım.
Dedim ya Lütfi’yle yıldızlarımız barışıktı. O da edebiyata, okumaya meraklıydı.
Kitaptan Cahit Sıtkı TARANCI”nın HAYDİ ABBAS şiirini okudu.
Haydi, Abbas vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Dinsin artık bu kalp ağrısı
Kur bakalım çilingir soframızı
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumanı,
Var git,
Böyle ferman etti
Cahit, al getir ilk sevgiliyi
Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan
Gecenin geç saatine kadar oturduk. Sohbet ettik.
“Yatalım mı ?” dedi Lütfi.
“Yatalım.”
Yatmasına yattık ama uykuyu koyduysan bul. O da ben de dönüp duruyoruz yataklarımızda. Sevdiklerimizi düşünüyoruz. Yüz üstü yatıyor, kollarımı başımın altına alıyorum. Olmuyor. Yastığın altına sokuyorum. Yine aynı. Sırt üstü dönüyor, ensemde birleştiriyorum. Sonuç değişmiyor. Uyku yok. Sanki uyuyamadığımın tek nedeni kollarım. Lütfü’nün de benden farkı yok. O da aynı. Dönüp duruyor. Bir sırt üstü yatıyor. Bir yüz üstü. Ben en çok şiirdeki – Al gel Beşiktaş’tan sevgiliyi –sözlerinden etkilenmiştim. Derin hayallere daldım:
Kız kardeşimin tayinini çıkartıyorum. Sonra annemizi, babamızı alıyoruz yanımıza. Mutluyuz. Ama benim aklım memleketteki sevdiğimde. Anneme diyorum. O da babama söylüyor. Babam:
“ Olur.” Diyor. Ekmeğini buldu artık. Alsın iznini. Ben gider isterim. Hem giderken oğlumu üniformasıyla götürürüz.”
Evleniyorum sevdiğimle. Toy düğünler kuruluyor.
Ben bunları düşünürken ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Tam uykuya geçecektim ki Lütfü:
“Bedri uyuyor musun?”
“Hayır. Sen?”
“Ben de uyuyamadım. Kollarım başıma bela oldu. Nereye koysam fayda etmiyor. Ne düşünüyorum biliyor musun? ALLAH insanları yaratırken kollarını seyyar yaratsaydı da yatacağı zaman kenara koyup öyle uyusaydı. Daha iyi olmaz mıydı?”
Gelmek üzere olan uykum da terk etti beni. Lütfü’nün sorusunu düşünmeye başladım şimdi de. Sahi nasıl olurdu?
İlerleyen zamanlarda Lütfü de, bende ailelerimizi yanlarımıza aldık. Altı ay kadar ancak yaşadı babam.
Annem de fazla dayanamadı. O da gitti babamın arkasından. Oysa sevdiğimi istemeye gideceklerdi. Olmadı.
Ben başka biriyle evlendim. Kırk yedi yıldır evliyiz. Üç çocuğumuz, dört torunumuz var. Mutluyuz. Sevdiğimle evlenseydim daha mı mutlu olacaktım? Bilmiyorum. Ancak severek evlenip mutlu olamayan, ayrılan çoklarını gördüm.
Lütfü’nün sorusuna ne cevap verdim biliyor musunuz? Dedim ki:
“Lütfü senin dediğin gibi yaratılsaydık. Ne ile tutup da takacaktık kollarımızı yerine? Allahın işine karışma…”
Sabah olmuş, güneş camdan içeri girmiş bize:
“Haydi, kalkın artık. Birazdan aracınız gelecek. İşe geç kalacaksınız.” Diyordu.
Biz zaten hiç uyumamıştık ki…