7
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
999
Okunma

Anlaşabildiğim tek insandır. Kültürlü, özverili, candan bir dosttur. Tanıdığı çoktur. Bir sorunum, yapılacak bir işim varsa hep onu ararım. Şık olmayı sever. Bana yakışacağını düşündüğü bir gömlek, kazak görsün ucuz pahalı demez. Alır. Cömerttir. Çok kere de parasını almaz. “Zarf önemli değil kardeşim. Sen mazrufa bak.” Dediğim de; “İyi bir mazruf, iyi bir zarfta saklanır.” Der. Emekli öğretmendir arkadaşım. Tatlı dillidir. Köy enstitülerini, köy öğretmen okullarını görmemiş olsa da kendisini o ekole göre yetiştirmiştir. Pırıl pırıl bir Cumhuriyet öğretmenidir O.
Geçen gün beni aradı.
“Babamı hastaneye yatıracağız. Ameliyat olacak.”
Üzgündü. Ben de üzüldüm. Sordum. Doktoru, özel odayı, her şeyi ayarlamış. Babasının ameliyatı da korkulacak bir ameliyat değil. Teselli etmek istedim.
“Abi . Beni korkutan ameliyat değil. Babam çekilemeyecek kadar huysuzdur. Ne yapacağım bilemiyorum.”
“Düşünme kardeşim. Hastaneye yatırışından, çıkartıncaya kadar ben de senin yanında olurum.
“ Sana kıyamam.” Dese de, dinlemedim.
Ameliyattan bir gün önce tetkikler, tahliller derken yatırdık hastaneye babasını. Refakatcı olarak ilk gece ben de kaldım hastanede. Arkadaşım haklıymış. Daha ortada ameliyat yok.
Nasıl bağırıyor:
“Offf… Off… Her yerim çok ağrıyor. Kollarım tutmuyor. Kaldır başımı. Çok kaldırdın indir. Oturacağım ayaklarımı tut.”
Buna benzer daha neler, neler…
“Baba sen belinden aşağı ameliyat olacaksın. Daha onu da olmadın. Kolların niye ağrısın ki?”
“Sen bilmezsin. Ben ağrıyor diyorsam ağrıyordur.”
Sıkılmıştık.
“Baba biz biraz aşağıya inelim. Hemşirelere tembih edeyim. Ağrıların artarsa şu düğmeye bas. Sana ağrı kesici bir iğne yapsınlar.”
İğneyi duyunca sızlanmaktan vaz geçti.
Bana işaret etti. Odadan dışarı çıktık. Kapıyı aralık bıraktı. O bizi göremiyor. Ama biz onu görüyoruz. Yatağından rahatça kalktı. Etajerden aldığı pastaları, kekleri yedi. Üstüne önce bir bardak süt, peşinden meyve suyunu içti. Girdi yatağına yattı. Televizyonu açtı.
“Ben sana demedim mi abi. Benim babam böyledir işte.”
“ Haklısın. Şimdiden böyle olursa, ameliyattan sonra Allah yardımcın olsun. Ben yine seni yalnız bırakmam. “
“Kesinlikle olmaz abi . Sen beni merak etme. Çok bunaltırsa oğlumu çağırırım. O bakar. Gel oturalım şu kanepeye. Sohbet ederiz.”
Hastanenin küçük balkonunda birer sigara içtik. Oturduk.
“Hani senin bir masa tenisi hikâyen vardı. Onu yazmıştım. Sen de daha ne anılar vardır. Anlat da onları da yazayım. İzin verirsin değil mi?
“ Ne izini abi. Gurur duyarım. Dur sana –KÖYÜN SORUNLARI- nı anlatayım:
“Mezun oldum. İlk tayinim Doğuda bir köye çıktı. Bekârım. Okulun küçük lojmanında kalıyorum. Mevsim kış. Kar yolları kapamış. Köyün bir kahvesi, bir de küçük bakkalı var. Gidilecek kahveden başka yer, konuşulacak kahvedekilerden başka kimse yok. Gittim kahveye soba gürül gürül yanıyor. Köyde elektrik yok. Tavanda asılı bir lüx lambası ışıtıyor kahveyi. Beni sobanın yanındaki bir masaya buyur ettiler. Hoş beşten sonra sigara içesim tuttu. Çıkarttım paketi bir sigara yaktım. Tekrar cebime koymaya içim el vermedi. Masaya bıraktım sigara paketini. Etrafımdakilerden biri:
-Ahh… Öğretmen efendi bitmez bizim bu köyün dertleri bitmez. Yol için Şehre kaç sefer heyet gitti. Hepsinde de söz verdiler. Yapacağız diye. Hani yol nerede?- Pakete uzandı bir sigara yaktı. Tekrar masaya bıraktı. Bir başkası – Sadece o mu köyümüzün derdi. Elektrik için de söz vermediler mi? Al işte elektriğimiz şu tavanda asılı löküs.- Dedi. O da uzandı, bir sigara da o yaktı. Diğer biri
-Su işine ne demeli?- Bir sigara da ona gitti. Pakette tek bir sigara kaldı. Arkalardan biri ayağa kalktı
-Köyün asıl derdi ne biliyonuz mu konşular?- Dedi. Uzandı. Ben ondan evvel kaptım.
-Arkadaşlar sizin bu köyün dertleri benim sigarayla bitecekse varsın bitmesin.- Dedim. Son sigarayı da kendim yaktım.
“Ayıp etmişsin.”
“Ne ayıbı abi. Yolları kar kaplamış. Bakkalda ne sigara var, ne tütün.
Ben babama bir bakıp geleyim.
Gitti, geldi:
“Mışıl mışıl uyuyor.”
“ İyi, iyi uyusun. Bu gün fazla sıkıntımız olmayacak gibi. Bitti mi”?
“Ne bitti mi?”
“Anıların.”
“Haa… Sana bir de –OKUMA YAZMA KURSU- nu anlatayım.”
Yine bir köyde görevliyim. Milli eğitimden emir geldi. Kitaplar gönderildi. Köyde Okuma Yazma Kursu açacağız. Okuma Yazması olmayanları tespit ettik. Erkekli, kadınlı, kursu açtık.
Harfler, kelimeler derken, okumaya geçtik. Kitaptaki bir cümleyi tahtaya yazdım.
SU NEREDE? SABUN NEREDE?
Döndüm. Kursiyerler kıs kıs gülüyor. Anladım niye güldüklerini. –Niye gülüyorsunuz- demedim. Daha doğrusu diyemedim. Hepsi de benden yaşlı insanlar. En önde karı koca oturuyor. Kocası karısının kulağına eğildi, bir şeyler söyledi. Karısı cilveli bir tavırla kocasına kızmış gibi yalandan vurdu:
“Amaan herif sende…”
Bu sefer, dayanamadım sordum:
“Abla ne diyor amcam?”
“Ben utanırım. Emmin söylesin.”
Ben sormadan:
“Ne diyecem öğretmen efendi. Doğruyu söyledim. Köyde su mu var? Dedim ki:
“SONRA DA YIKANIRIM DEREDE.”
Kursiyerler kadınlı erkekli kahkahalarla güldüler. Ben de katıldım gülüşlerine. O gün ki dersi bitirdim.
“Başka anlatayım mı?”
“Yok yok.Bu günlük yeter. “
Gün ışımaya yüz tutmuştu. Hava soğuktu. Kış geldim, geliyorum der gibiydi.
Öptüm babasının elini.
“Geçmiş olsun. Allah yardımcın olsun.” Dedim.
Arkadaşımla vedalaşırken:
“Yazacağım ha haberin olsun.”
“Yaz abim yaz. Telif ücreti var mı?”
“Onu sonra düşünürüz.”
Ayrıldım hastaneden…