7
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1359
Okunma

Önce, on bin polisin alınacağı belirtilen bir duyuruya neden bu ülkenin 280.000 evladı başvuruda bulunuyor oradan başlayacağım.
Beşiktaş’ta 10 Aralık akşamı meydana gelen hain katliamın yaşandığı gün oğlum Tuğrul, güvenlik görevlisi olarak çalıştığı sitede gece nöbetindeydi. İşin doğrusu içinde 1300 dairenin bulunduğu bir sitenin güvenlik amiri olarak görev yaptığı halde hiç bir gün onu işe uğurlarken arkasından herhangi bir endişe duymuyordum. Aslında gerek onun gerekse bir yaş büyük ve aynı işi yapan abisinin görevi öyle hiç de tehlikesi olmayan bir görev değildir ama ne bileyim on senedir ufak tefek sarhoş saldırıları ya da ‘’Sen benim kim olduğumu biliyor musun ulan?’’ Türünden kendini bir bok zanneden mafya bozuntularının kimlik bırakmadan dış kapıdan zorla girme girişimleri dışında ciddi bir olayla karşı karşıya kalmadılar. Belki de o yüzden onları işe uğurlarken ‘’ Hayırlı günler, Allah kolaylık versin evlatlarım’’ Dualarım dışında ‘’Acaba bu akşam / ya da sabah, eve canlı dönebilecekler mi?’’ Diye bir endişem olmadı.
Aslında lanet terör onlar için de bir tehlike…Düşünün: İçinde 1300 daire olan bir site. Nereden bakarsan bak en az 5000 insan demektir. Bir bombalı saldırı sonucu yüzlerce can her an ölebilir ki o sitelerde emekli paşalardan tutun da hakimlere, savcılara kadar bir sürü potansiyel maktul adayı yaşamakta. Buna karşılık toplam güvenlik görevlisi sayısı beşi geçmez ve güvenlik görevlilerinin bırakın site sakinlerini korumayı, kendi canlarını korumak için bile hiç bir silahları yoktur. Varları yokları bir adet coptur, onu bile bellerine takmayıp kulübede asarlar bir yerlere.
Ama dediğim gibi..Yine de biz güvenlik görevlilerinin anne ve babaları, hiç bir zaman bir polis annesi ve babası gibi endişe duymayız evlatlarımızı işe uğurlarken. Zira bizim evlatlarımız da çok sıkıştıkları bir durum olursa polisi çağırırlar ve anında gelir polis. Yani işin ucunda büyük bir bela ya da ölüm varsa olaya müdahale edecek olanlar polislerdir.
Neyse…
Sabahleyin oğlum işten geldi ve gecenin yorgunluğu ile hemen yatağına girip uyudu. O günün akşamında yani 11 Aralık akşamı tekrar işe gitmek için uyandığında sofrayı hazırladım. Her Türk vatandaşı gibi o da oldukça üzgündü tabii ki. Hele hele de polislerle devamlı iç içe görev yaptıkları için pek çok polis arkadaşları olduğundan, dahası mesela polisler diyelim ki bir minibüsü durdurup kimlik kontrolü yaptıklarında oğullarım güvenlik kimliğini çıkarıp gösterdiğinde ‘’Ooo siz de bizdenmişsiniz’’ Diyerek Güvenlik görevlilerini kendilerinden görmeleri sebebiyle polislerle aralarında çok sıcak bir dostluk vardır.
Böyle bir katliamdan sonra sofrada bile haliyle günün konusu bir gün önceki katliamdı. Bu katliam üzerine konuştuk biraz. Daha sonra laf nereden geldi bilmiyorum, polis olma konusuna geldi. Oğlum ‘’ Yaş engeline takılmasaydım şimdi ne güzel polis olurdum’’ dedi. Şaşırmıştım. Bir gün önce otuz yedi polis, hain bir saldırıda şehit olmuş ama oğlum bir gün sonra polis olamadığına hayıflanıyor.
‘’ Oğlum Allaha şükür işin var. Tamam, belki bir polis kadar maaş alamıyorsunuz ama hayati riskiniz onlarınkinin yanında hiç söz konusu bile edilmez. Polis olup da ne yapacaksın.’’ Dediğimde aldığım cevap müthişti: ‘’ Dünyada şehit olarak ölmek kadar güzel bir şey var mı?’’
‘’Dünyada şehit olarak ölmek kadar güzel bir şey var mı?’’ İnanın hepsi bu.
Bir polis ne kadar maaş alır bilmeyiz. Oğlum da bilmez. Kendisi 2100 Lira civarında bir maaşa çalışmaktadır. Yani işsiz değildir. İşsiz olduğu için polis olmak istemiyor. Kendisinden bir kaç yüz lira daha fazla kazanan ( Onu da net bilmiyoruz ) polisin o bir kaç yüz lira daha fazla olan maaşına tamah etmiş de değil. ‘’ Baba ben ölürsem sana olmasa da anneme benim maaşım bağlanır, artı şehitlik ikramiyemi alır annem. Böylece özürlü kardeşime daha rahat bakar.’’ Gibi bir düşünceyi hiç mi hiç aklının ucundan bile geçirmiyor ve dillendirmiyor... Tek bir şeye tamah ediyor: ‘’Şehit olmak ‘’
Evet..Ülkede bir işsizlik sorunu var. Üniversite mezunu nice gençler işsiz dolaşıyor ortalıkta ama bu gün 10 Bin kişilik polislik kadrosu için 280.000 genç müracaat ediyorsa bunu sadece ve sadece işsizliğe bağlamak doğru ve haklı bir önerme olmazsa gerek diye düşünüyorum. Hele de kendi öz oğlumun bu sözlerinden sonra.
Üç gün önce terörün aldığı canlar içinde polis olmayan insanlar da vardı. Yani terör sadece polislerin ve askerlerin değil, polis ve asker olmayanların da canını alıyor. Ülkede hiç kimsenin canı tamamen emniyette değil. Ama bu millet ‘’ Vatan söz konusuysa gerisi teferruat’’ Demişse söz konusu vatan olduğunda kendi canı da teferruattır.
Peki bunca asker, polis, sivil vatandaş, vatan için mi ölüyor yoksa pis bir senaryonun mu kurbanı?
15 Temmuz Darbesi ile birlikte literatürümüze girmiş olan ‘’Senaryo ‘’ kavramı üç gün önceki Beşiktaş katliamı ile birlikte bir kez daha gündemimize girdi. Dün darbe için senaryo diyenler bu gün de Beşiktaş katliamı için senaryo demeye başladılar. Neyin senaryosu bu? Nasıl bir senaryo? Dahası niçin böyle kanlı bir senaryo?
Türkiye’de terör, benim ‘’ Şehit olarak ölmek kadar güzel bir şey var mı bu dünyada’’ Diyen oğlum henüz dünyaya gelmeden önce can almaya başlamıştı. Şimdi o otuz bir yaşında, terör hâla can alıyor. Ama 15 Temmuz 2016 tarihine kadar hiç duymadığım bir şeyi 2016 yılının 15 Temmuz günü duydum ilk defa. Daha doğrusu gördüm diyelim.
Daha neyin ne olduğunu anlamamıştık. TRT Televizyonunda bir bayan spiker ordunun devlet yönetimine el koyduğunu söylediğinde ben ‘’ Aha da şimdi ayvayı yedik ‘’ Demiştim ‘’ Baba ne oluyor’’ Diye soran oğullarıma.
Hemen bir kaç saat sonra Baktık TRT Televizyonu da diğer kanallar gibi normal yayına döndü. İşte o anda bir vatandaş ( Ki milliyetçi olarak tanıtır kendisini) Face bookta ‘’ Vurun kafayı yatın. Sokağa mokağa çıkmayın. Bu Tayyip’in bir senaryosu. Başkanlık geliyor. Tüm aktrollere hayırlı olsun’’ diye yazdı. Yani anında çözmüştü olayı (!) Sonra bir baktım sanki sözleşmişler gibi pek çok kişi ‘’ Bu bir senaryo’’ diye yazmaya başladı. Hani o kadar emin ve o kadar kararlılıkla ‘’Senaryo’’ Diyorlardı ki neredeyse ‘’ Ulan salaklar ben yazdım da oradan biliyorum.’’ Diyecek kadar emindiler.
Neden senaryoydu?
Çünkü onlara göre bir darbenin darbe olması için akşam mışıl mışıl yataklarımızda uyurken sabah kalktığımızda ‘’ Olur mu böyle olur mu.’’ Marşıyla ( Bunu hatırlayan da pek kalmadı aslında) ya da Hasan Mutlucan’dan Türkülerle uyanmalı, her kapının önünde bir asker olmalı ve dahası sabaha kadar her evden birer, ikişer, hatta tüm hane halkının deliğe tıkılması gerekiyordu. Dahası hiç bir darbede asmak için o kadar acele edilmemiş olsa bile bu darbede Tayyip Erdoğan’ın hemen darağacını boylaması gerekiyordu. Madem bunlar olmamıştı o halde bu bir darbe değil de senaryo idi.
‘’ Olmaz böyle şey. Türkiye’yi yöneten bir insan( Kim olursa olsun) Sırf kendini başkan yapmak için bu kadar insanın ölümünü ve yaralanmasını bizzat kendisi tezgahlamış olamaz’’ Dediysek de sonradan gördük ki öyle sıradan vatandaşlar değil konunun uzmanları(!) da ‘’ Bu bir senaryo’’ Diyorlardı.
Sadece ‘’ Bu bir senaryo’’ demekle de kalmıyorlar. Ortaya öyle dehşet bir senaryo koyuyorlardı ki aklınız fikriniz şaşar..
Şimdi başlayalım mı nasıl bir senaryo olduğuna: İnşallah kısa kesebilirim zira daha olaya nereden başlayabileceğimi bile bilmiyorum.
Efendim, bu senaryo aslında elli sene evvel yazılmaya başlanmış.
Elli sene önce??? Yani 1966 yılında…
Yok..Elli sene deseler de aslında kastettikleri sene 1960.
Senaryoda her şeyden önce ülkemizin 1960 İhtilalinden beri ABD tarafından yönetildiğini öğreniyoruz. Yani aslında elli altı senedir bu ülkeyi her kim yönetmişse, kim iktidara gelmişse ABD tarafından iktidara gelmesi sağlanmış, her kim de iktidardan inmişse yine ABD tarafından iktidardan indirilmiş. Sadece Tek Adam Atatürk ve Milli Şef İsmet İnönü dönemlerinde ABD güdümünde değilmişiz.( Atatürk tamam da Milli Şef Dönemi? Bu da hayrettir ..)
Gelmiş geçmiş tüm hükumetlerde durum buymuş. Bütün hükumetler ABD nin kendilerine verdiği vazife her ne ise o vazifenin bir memuru olarak görev yapmışlar.Hatta öyle ki bizim liderlere ‘’ Bana bakkaldan dom al’’ demişler bizimkiler hemen anında dom almış.
ABD en sonunda 2002 yılında Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz’a ‘’ Siz yeterin gari. Şimdi filmin esas oğlanının gelme zamanı’’ Dedikten sonra Bahçeli’ye ‘’ Hadi bakem Koca Kurt. İş sana düşüyor. Şu koalisyonu boz bakem’’ Demiş ve Bahçeli ‘’ Erken seçim isterüük’’ Deyu kazan kaldırdığında hemen esas oğlanı devreye sokmuş.
Lakin esas oğlanın oy toplayabilmesi için Yahşi Cazibe dizisinin Simge’si gibi ‘’ Mağdurum da mağdurum ‘’ Demesi gerekiyormuş. Bunun için de onun kulağına ‘’ Hadi bakem Reco. Patlat bir ‘’ Kubbeler miğferimiz, minareler süngümüz’’ Şiiri de seni içeri alsınlar ki rahat rahat ‘’ mağdurum da mağdurum diyebilesin’’ Diye fısıldamışlar.
Öncesinde zati bir de 28 Şubat var ki katmerli olmuş esas oğlanın ‘’Mağdurum da mağdurum’’ Demesi.
Eh bizim milletin huyudur. Ağlayan gördü mü dayanamaz. Basmışlar oyları esas oğlanın partisine. Bu arada domates güzeli Denis’in kulağına da fısıldamış ABD ‘’ De ki: Ben bu adamın hapiste değil, mecliste olmasını istiyorum’’ Domates güzeli Denis ‘’Emriniz başüstüne’’ Diyerek ‘’ Esas oğlan içeriden çıksın ‘’ Diye ünlediği gibi onun yasağının kaldırılması için canla başla uğraşmış. Ne bilsin garip daha sonra başına gelecekleri…Hoş bilse de bir şey fark etmiyor. Hatta belki biliyor da… Çünkü Türkiye’de her siyasi kimlik ve kişilik ABD nin emrinde. Onlar ne diyorsa onu yapıyorlar(!)
Derken efendim esas oğlan sahneye çıkar artık. Ancak ABD ona, daha öncekilerden çok farklı bir görev yükler: Türkiye’yi bölmek (!)…
Esas oğlan şaşırır. ‘’ Nasıl yani? Şehit cenazelerinde ‘’Şehitler ölmez, vatan bölünmez’’ diyen bu halkın karşısına çıkıp ‘’ Bölünür bölünür. Hem de bal gibi bölünür. Bölünmesi de zaruridir’’ mi diyeceğim?‘’ diye sorar. Tabii ki baştan beri bahsettiğimiz gibi 1960 lardan beri herkes ABD nin emrinde olduğu için esas oğlan da ‘’ Ne bölünmesi ulan. Bu vatanı bölmek kimin haddine?’’ Diye bir çıkışı aklının ucuna bile getirmez.
Evet..Oldukça zor bir görevi vardır esas oğlanın: Ülkeyi bölmek. Sadece merak eder sorar ‘’ Tamam da niçin? Bir bütün olması kime battı ki?’’ Cevap verirler: ‘’Neo conlara[*] batıyor. Eh onlara batan her şey de misliyle bize battığı için senin de bizim de elimiz bağlı. Çaren yok böleceksin.’’
Bu aslında hiç de kolay bir şey değildir. Çünkü Türk milleti ‘’Vatan’’ dendi mi solcusu, sağcısı, Sünnisi, Alevisi bir anda tek yumruk olan bir millet. Bu millete ‘’ Kusura bakmayın ama bir parçamızı bölüp orada İsrail’in arzuları doğrultusunda bir Kürdistan kuracağız’’ Fikrini kabul ettirmek mümkün değil.
İşte bu noktada ABD yine devreye girer ve der ki ‘’ Başkanlık sistemini getirirsen bu işi halledersin. Çünkü başkanlık sistemi demek federasyon demektir. Senin salak halkın daha ne olup bittiğini anlamadan federasyonla işe başlarsın ki zaten birden bire pat diye ‘’Bağımsız Kürdistan ‘’ dersen olmaz.’’
Esas oğlan‘’İyi de bu millet öyle zannedildiği gibi salak bir millet değil. İçlerinde tarih okuyanlar var. Tarihte Osmanlıdan ayrılıp bağımsız devletler haline gelen tüm devletler için Avrupa’nın, önce reform, arkasından özerklik diye tutturduğunu, peşinden bağımsızlıkların geldiğini bilenler var. Yani yemezler bu numarayı.’’ Diye cevap verir.
Derler ki. ‘’ Başkanlık sisteminden başka alternatifleri olmadığına ikna edersen gerisi kendiliğinden gelir. Haydi bakalım. Gayret senden takdir bizden’’
Esas oğlan kara kara düşünür. Halkın başkanlık sistemini kabul etmesi için her şeyden önce rahmetli Azer Bülbül gibi ‘’Dardayım aneyy aneeyyy’’ demesi lazımdır. Yani halkı dara sokmalı sonra da karşılarına çıkıp ‘’ Valla kusura kalmayın ama ben başkan olmazsam sizin bu dardan ve zordan kurtulmanız nâ mümkün’’ demelidir.
Peki halk sormayacak mıdır? ‘’Bu darlıktan kurtulma ile başkanlık sistemi arasında ne alaka var?’’ Diye.
İşte o noktada da Gazi’yi yani Gazi Mustafa Kemal’i devreye sokup ‘’ Bakın Gazi Mustafa Kemal, Sakarya Savaşı öncesinde meclisin tüm yetkilerini istemedi mi? İstedi. Bu yetkileri alınca da zaferi kazandı mı? Kazandı. Demek ki en zorlu sorunlar Gazi Mustafa Kemal’in de başvurduğu gibi başkanlık sistemiyle çözülür. Ayrıca Gazi Mustafa Kemal partili bir başkan değil miydi. Ne olur ben de partili başkan oluversem ‘’ Dediği anda kimsenin diyecek bir şeyi kalmazdı. Zaten milletin %50 si o ne derse ‘’ Hülloooğğğ’’ Diyorlardı. Bu ‘’ Hülloğğğ ‘’ her ne demekse kendisine tabi koyunlar çok seviyorlardı ‘’Hülloooğğğ’’ Diye bağırmayı… Onlar kolaydı, geri kalan %50 yi kafalaması gerekiyordu.
Evet…Öncelikle başkanlık sistemini gündeme getirdi.
Başkanlık sitemini gündeme getirdiği anda Koca Kurt şiddetle itiraz etti. ‘’ Bu bir bölünmedir. Asla kabul etmeyiz’’ Kılıcıdaroğlu da ‘’ I ıh beğenmedim. Sen padişah olmak istiyorsun. Bizim cesedimizi çiğnemeden nâ mümkün’’ dedi. En büyük tepki ise Cici çocuk Selo’dan geldi: ‘’Seni başkan yaptırmayacağız’’
Aslında hepsi tabii ki tırışkadan namelerdi. Çünkü mesela Kılıcıdaroğlu ‘’ Benim cesedimi ne diye çiğneteceğim ki. Selo’yu atarım önüne çiğnesin dursun’’ Diye hesaplar yaparken Selo’un abisi başkan Apo ‘’ Başkanlık sistemini destekleriz’’ dememiş miydi? Bu durumda Selo’nun ‘’Seni başkan yaptırmayacağız ‘’ demesinin bir mantığı var mıydı? Kesinlikle yoktu. Ancak oyun içinde oyun vardı tabii ki(!)
Hani ülke dara sokulacaktı ya. İşte bu noktada görev Selo’ya düşmüştü. Oslo’da ve Dolmabahçe’de yapılan mutabakat sonucu en azından özerk bir Kürdistan üzerinde anlaşılmıştı. ( Valla bunu bile biliyorlar(!) ki ben bu heriflerden/ ya da kadınlardan korktum.Dolmabahçe’de birileri dolma sarsa anında lahana mı sardı, yaprak mı sardı haberi bunlara gidiyor. ) Bunun sağlanabilmesi federasyondan, federasyon ise başkanlık sisteminden geçiyordu. O halde Selo ve itlerine düşen görev ülkeyi kan gölüne çevirmekti.
Yani? Selo dışa karşı ‘’ Seni başkan yaptırmayacağız’’ Derken içten içe esas oğlanın başkanlığı için canla başla milleti ‘’Yeter ulan. Madem bu kanın akması başkanlık sistemi ile duracak, gelsin de kurtulalım’’ Noktasına getirecekti. Şu anda onun da Figen ve diğerlerinin de içeride olması tabii ki yine senaryonun bir parçası. Yani hapiste olmaları filan tırışkadan nağmeler…
Peki Fetö? Fetö bu olayın neresinde bu senaryoculara göre?
Fetö aslında en az esas oğlan kadar önemli bir aktör. Yani kesinlikle yardımcı aktör değil. O da filmin diğer esas oğlanı.
Fetö’ye düşen görev en başından beri esas oğlanın başkanlığına giden yollarının önüne çıkabilecek olan engelleri temizlemek. Yani bir nevi serdengeçti Fetö. Çünkü esas oğlanla aynı hedef için çalıştığı halde herkes esas oğlanı alkışlarken ondan nefret edecek millet ve dahası hani olur da bir işgüzar kendine görev edinirse öldürülebilir de…
Neyse… Esas oğlanın karşısına engel olarak kim çıkabilir? Yani en tehlikeli engel kimdir? Elbette ki Atatürkçü askerler. O halde bunların ordudan tasfiyesi gerekmektedir. Ordunun içine sızdırdığı elemanlar, sahte belgeler vs ile Ergenekondu, Balyozdu derken Atatürkçü askerleri ( erlerden bahsetmiyorum tabii ki) hapishanelere tıktılar. Ancak tümünü ortadan kaldırmak elbette mümkün değildir. Kalanı nasıl temizlenecekti? İşte Fetö en büyük fedakarlığı bu noktada yapar. Orduya kendi, elleriyle yerleştirdiği adamları vasıtasıyla Balyoz ve Ergenekon davalarında ortaya çıkmamış olan Atatürkçü askerleri ortaya çıkarmak için ordu içinde ’’Şili’de darbe, gidelim harbe’’..(Pardon Şili yok tabii ki) nidalarıyla ortaya çıkarttı. Çünkü Atatürkçü askerler aslında bir darbeyi zaten düşünüyorlardı ama bunun finansını kim sağlayacaktı. İşte bu noktada Fetö. ‘’ O iş bende. Merak etmeyin’’ Diyerek bu sazanları bir darbe için kışkırttı. Daha sonra da kendi adamları, darbeci Atatürkçü askerler, hepsini birden tutuklattı. Böylece esas oğlanın yollarını tamamen temizlediği gibi ordunun itibarını yerle bir etmişlerdi ki artık bundan sonra ordunun değil bir darbe yapması D harfini ağzına alması bile düşünülemezdi.
Yani Esas oğlanın Fetö’ye ‘’ Pesilvanya Hahamı’’ demesi de Fetö’ün onun için ‘’ Evi yıkılsınnnn, Ocağına ateş düşsünnn’’ Demesi de yine tırışkadan name idi. Diğer bir deyişle ‘’ Kayıkçı kavgası’’
Zaten akıllı ve mantıklı düşünülünce 1970 yılında 18 Yaşında bir delikanlı olarak Hava harp okuluna girmiş olan Akın Öztürk’ün aynı sene 29 yaşında adı sanı bile bilinmeyen basit bir köy imamından(Fetö) etkilenmesi ve o gün bu gün Fetöcü olması mümkün değildi. 15 Temmuzda aslında ordudaki son Atatürkçü askerler de ‘’ Fetöcü’’ denilerek tasfiye edilmiş ve Başkanlık sisteminin önündeki en önemli engel de Fetö- Esas oğlan işbirliği ile halledilmişti. Ama tabii ki kendini asıl feda eden Fetö idi.
Evet her şey tırışkadan name, her şey kanlı bir senaryonun sahneye konmasından başka bir şey değildi. Öyle ki daha önce ‘’ Başkanlık sistemi demokrasinin katlidir. Bölünmenin adıdır’’ Diyen Kocakurt bu gün başkanlık için esas oğlanla el ele tutmuşsa her şey bir senaryoydu. Neo conlar yapımcılığını üstleniyor, ABD yönetmen, Esas oğlan hem yazıyor hem oynuyor, diğerleri de diğer rollerde… Bizler ise seyirciyiz.
O tankların önüne yatmalar, uçaksavar mermileriyle taranmalar, meydanlarda üç hafta tutulan demokrasi nöbetleri, bombalar, suikast girişimi, Ömer Halis Demir, Abdullah Tayyip Olçok…Hepsi tırışkadan name, hepsi bir senaryonun değişik sahneleriymiş.(!)
Evet…Dünkü Beşiktaş katliamı da işte böyle bir senaryonun mahsülüymüş(!)
Bütün bunları kim mi diyor?
O kadar çok ki…
Mesela gazetesinin kendi köşesinde bir yazar,
‘’Yandaşlar, Beşiktaş saldırısının "başkanlık sistemine geçişi önlemek amacıyla" yapıldığını iddia ederek fetbazlık yapıyor. Fetbaz kelimesinin aslı "fendbaz"dır. "Fend" hile ve oyun demektir. Fetbaz da "her türlü hile ve düzeni bilen kişi" anlamına gelir.
Yalnız bu fetbaz yorum, tersini de akla getiriyor!
Öyle ya birisi çıkar da "Beşiktaş saldırısı, başkanlık sistemine geçişe meşruiyet kazandırmak için yapıldı" derse ne cevap vereceksiniz?
Diye soruyor. Bahsettiği ‘’birisi’’ de tabii ki bizzat kendisi. Yorum filan yapmıyor aslında ya da soru filan da sormuyor. Açık açık ‘’ "Beşiktaş saldırısı, başkanlık sistemine geçişe meşruiyet kazandırmak için yapıldı" diyor. Yani bir yerde bana da ‘’ Eğer o polis olamadığı için hayıflanan oğlun polis olsaydı da o stadın önünde o gün ölmüş olsaydı, şehit filan değil , başkanlık sistemi uğruna Niyazi olmuş olacaktı ‘’ Diyor.
Bilemiyorum artık. Bu senaryo senaryolarına benim gibi’’ Ah Dan Brown. Hep senin yüzünden.’’ mi dersiniz? ‘’ Ohaaaa’’ mı dersiniz? ‘’ Bu millet çok fazla kurgu ve korku romanı okuyor, filmi seyrediyor ‘’ mu dersiniz? Yoksa ‘’ Gerçekler acıdır, biber de acıdır; o halde biber gerçektir’’ mi dersiniz? Veyahut da ‘’ İşte tüm olup biten bundan ibarettir’’ mi dersiniz, Ya da ‘’ İttiret onu bunu da Asu acaba Berke’ye evet diyecek mi? Asıl sorun bu?’’ mu dersiniz orasını bilemem ama İsrail Lobisi’nin bir kolu olan "American Enterprise Institute"da çalışan Michael Rubin ( Neo Conların sözcüsüdür ve ABD de yayınlanan pek çok gazetede yazı yazar.) "Türkiye’nin bölünme sürecinin psikolojik aşaması tamamlandı. Türkiye’nin sınırları yakında değişecek" diye yazıyor. Hatta "Tek mesele bölünme iki ayrı devlet şeklinde mi olacak yoksa Türkiye’ye dahil bir federasyon mu; o henüz belli değil" diyorsa. Ve o öyle derken içeride de bazıları ‘’ Başkanlık sistemi, federasyonun olmazsa olmazı değil mi? "Türkiye’yi bölebilmeleri için terörle kaos ortamı oluşturarak başkanlık sistemine geçişi kolaylaştırmaya çalışıyorlar" denilirse yanlış bir değerlendirme mi olur?’’ Diye soruyorsa ‘’ Ne oluyoruz yahu?’’ sorumuza tam bir cevap alamasak da çok kötü bir durumla karşı karşıya olduğumuzu, vatan, millet ve devlet olarak işimizin oldukça çetin olduğunu anlayabiliriz en azından.
Peki yukarıdaki sorunun cevabı?
Ben size tüm kopyayı verdim. Hâla cevabın ne olduğunu sormazsınız sanırım.
----------------------------------------------------------------------------
NEO CON: Amerika Birleşik Devletleri’nin dış politikasını ve askeri operasyonlarını İsrail lehine etkileyerek, İsrail’in tek başına yapamadığı "Irak İşgali" türü operasyonların ABD tarafından yapılmasını ve finanse edilmesini sağlayan sivil toplum örgütleri koalisyonudur ( Wikipedi böyle diyor kısaca )