10
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1158
Okunma


Akmonya’dan ayrılalı iki gün olmuştu. Atım ve yiyeceğim olmadığından oldukça güç yol aldım. Günde en fazla beş ya da on mil katetmiş olmalıyım. Bölge oldukça engebeli ve sık ormanlardan oluştuğu için ne düz bir çizgide ilerleyebiliyor, ne de katettiğim yolu hesaplayabiliyordum. Tabi bu kadar çetin bir arazide takibim de zor olduğundan henüz yakalanmamıştım. Özellikle küçük dereleri takip ediyor, çoğunlukla suyun içinden yürüyerek iz bırakmamaya çalışıyordum. Yiyecek ihtiyacımı yabani fındık çalıları ve yemişlerden karşıladım. Su zaten oldukça boldu. Kızarmış bir parça et için herşeyimi verirdim. Ancak şu an için ateş yakmam imkansızdı. Bir süre daha gizlenerek ilerlemeliydim. En azından şu önümde yükselen dağı aşana dek.
Hala kuzeye ilerliyordum, çünkü askerler buraya gelme amacımı biliyorlarsa, doğuya ilerleyeceğimi düşünüyor olmalılardı. Neden bizi ortadan kaldırmaya çalıştıklarına bir türlü anlam verememiştim. Aklıma gelen tek ihtimal Roma için casusluk yaptığımızı düşünmeleriydi. Jüpiter aşkına eğer o gece uyumuş olsaydım, ben de şu an adamlarımla aynı kaderi paylaşıyor olacaktım. Şansım yaver mi gidiyor, yoksa adamlarım benden daha mı şanslı bunu zaman gösterecekti.
...
Karanlık iyice çökmüştü. Ay henüz doğduğundan çevreyi görmekte zorlanıyordum ve hala geceleyebileceğim bir yer bulamamıştım. Ağaçların ve çalıların arasından güçlükle ilerlerken birden kendimi yine bir derenin açtığı küçük bir vadi ve düzlükte buldum. Yürümem kolaylaştı ve ay yükselene kadar uzunca bir süre kuzeydoğu yönünden gelen dere yatağını takip ettim. Çevre görebileceğim kadar aydınlandığında etrafımda bir kaç mağara olduğunu farkettim. Bunlardan yerden birkaç ayak yüksekliğinde olan bir tanesine tırmanıp, vahşi bir hayvan olması ihtimaline karşın içeriye bir kaç taş fırlattım. Taşları fırlatır fırlatmaz içeriden gelen tok ses mağaranın en fazla birkaç ayak derinliğinde olduğunu gösteriyordu. Gönül rahatlığıyla içeri girip bir köşeye kıvrılır kıvrılmaz uykuya daldım ve öyle yorulmuş olmalıyım ki kaç gecedir ilk kez rüya görmedim.
Sabah beni korkutan bir sesle sıçradım. Bir müddet etrafa bakındıktan sonra beni uyandıran şeyi gördüğümde kendi kendime güldüm. Bu bir keçiydi. İrkilmemle o da korkmuş dışarıya kaçmıştı. Geceyi geçirdiğim mağaradan dışarıya çıktığımda gördüğüm manzara beni şaşırttı. Çıktığım yer bir mağara değil bir oyuktu. Hem de insan eliyle şekillendirilmiş bir oyuk. Derenin iki yanında uzanan kayalıklara oyulmuş onlarcası vardı. Yıkık bahçe duvarları, düzlükteki taş kalıntılar buranın yüzlerce yıl öncesinden kalma bir harabe olduğunu gösteriyordu. Oyukları bir süre inceledikten sonra buz gibi derede yüzümü yıkayarak keçinin peşine düştüm.
Güneş tepeye yükseldiğinde keçinin peşinde neredeyse dağın zirvesine varmıştım. Buralarda bahar bütün güzelliğiyle kendini gösteriyordu. Hoş çiçek kokuları, insanı mest eden kuş cıvıltıları, akan suların sesleri... Tüm bunlar herşeyi unutturuyordu bana adeta. Şu son bir kaç günün heyecanı, korkusu burada tamamen uçup gitmişti. Önümde yükselen sarp kayalıkları da tırmandığımda dağın zirvesinden göz alabildiğine geniş bir manzara karşıladı beni. Millerce uzanan bir ova, nehirler, göller... Bir müddet gözlerimi kapatıp yüzümü okşayan serin kuzey rüzgarının tadını çıkardım. Gözlerimi açtığımda uzakta dumanlar farkettim. Tahminimce kırk-elli mil kadar uzaktaydı. Dumanların sayısına bakılacak olursa küçük bir şehre benziyordu. Keçinin de izini kaybettiğimden, buradan karnımı doyuracak bir şeyler bulabilirdim. Tabi Selevkos askerlerine dikkat etmeliydim. Ayrıca güneş batıya yönelmiş, akşama az kalmıştı. Bu kadar uzun mesafeyi aşmam iki günden fazla sürecekti. Çaresiz yamaçtan aşağıya inmeye başladım. Akşam olmadan en azından düzlüğe inip geceyi geçirecek bir yer bulmalıydım.
Dağın kuzey kısmı güney kısmına nazaran daha sarp ve kayalıktı. Bu yüzden inmek tahmin ettiğimden daha zor oldu. Güçlükle bir kaç mil indiğimde
kayaların arasından kaynayan bir nehir farkettim. Nehir büyük gürültülerle köpürüyor. Dağın yamacından ovaya büyük bir hız ve yoğunlukla akıyor, sonra ağaçların arasında kayboluyordu. Nehir kuzeye doğru aktığından, uzaktan gördüğüm şehrin yakınından geçiyordu muhtemelen. Akıntı hızına bakılırsa bana iki güne mal olacak mesafeyi bu nehir sayesinde gece olmadan aşabilirdim. Ancak sal yapmak için ne malzemem vardı, ne de enerjim. Oradan bulduğum bir tahta parçasını alarak hiç düşünmeden kendimi deli gibi akan suyun içine bıraktım. Yüzeyde kalmak için biraz debelendikten sonra sonunda yüz üstü tahtanın üstüne yatar şekilde tahminimden daha büyük bir hızla seyahate başladım.
...
Su üzerinde seyahat ederken herhangi bir sorunla karşılaşmadım. Ancak bahar akşamı olduğundan güneşin batışıyla zaten soğuk olan su artık titrememe sebep oluyordu. Ayrıca arada bir ağaçların arasından birilerini gördüğümü sanıyordum. Hava iyice kararmıştı ki ileride meşale ışıkları görmeye başladım. Bunlar köprü meşaleleriydi. Şehre gelmiş olmalıydım. Hepten hissizleşmiş ayaklarımı çırparak kıyıya yüzmeye çalıştım. Su hala çok hızlı aktığından kıyıya ulaşmam çok zor oldu. Kıyıya ulaştığımdaysa uzunca bir süre ayağa kalkamadım. Köprünün ayaklarına kadar emekleyerek yürüdüm ve taşlardan destek alarak ayağa kalktım. Çevreyi kontrol ederek yola çıktım.
Burası şehrin caddelerinden biriydi. Köprünün her iki yakasında da düzgün kesilmiş taşlarla döşeli uzanan yol boyunca dükkan ve evler sıralanıyordu. Sokakta çok kalabalık olmasa da insanlar dolaşıyordu. Birkaç silahlı muhafız görsem de Selevkos askeri değillerdi. Acaba başka bir ülkenin toprağına mı girdim diye düşündüm. Ama Lidya’dan, Misya’ya, Pergamon sınırından Bitinya’ya kadar heryer Selevkos toprağı olduğundan başka bir ülke olması imkansızdı. Tabi şu son günlerde yeni bir ülke kurulmadıysa. Muhafızların miğferleri Selevkoslulardan farklıydı. Miğferin üst ön tarafa doğru keskin olmayan bir çıkıntısı vardı ve üstünde püskülleri yoktu. Askeri eğitimlerde böyle bir miğfer gördüğümü hatırlamıyordum. Muhafızları incelemeyi bırakıp kendime saklanacak bir yer aramaya başladım. Çünkü sırılsıklamdım ve fazlasıyla dikkat çekiyordum. Biraz yürüdükten sonra iki evin arasında dar bir boşluk farkederek kendimi oraya attım. Dar boşluktan geçtiğimde evlerin arkada küçük şirin bahçelerinin olduğunu gördüm. Evlerden birinin kapısını yokladığımda açık olduğunu ve içerde kimsenin olmadığını farkedince ilk iş olarak yiyecek bir şeyler aramaya başladım. Bir parça ekmek ve tütsülenmiş et bularak aceleyle mideye indirdim. Daha sonra evin içinde bulduğum keçeden yapılma bir örtüyü sırtıma geçirerek arka kapıya yöneldim. Kapıyı açtığımda gözgöze geldiğim kadın korkudan çığlık atmak yerine elindeki odunu kafama vurmayı tercih etti. Dengemi kaybedip yere kapaklandım. Bayılmamıştım ama sanırım günlerdir halsiz olmamdan dolayı bu kadar çabuk devrilmiştim. Yerde sürüklenirken kadından geç bir çığlık geldi ve ön kapıdan giren muhafızların sandaletlerini gördüm. Kalkmaya yeltenirken muhafızlardan biri tarafından boynuma inen bir darbeyle kendimi kaybettim.
...
Gözümü açtığımda gördüğüme inanamadım. Yine Thyateira’da karşılaştığım kadının yanındaydım ve elindeki kaseyle bana bir şeyler içiyordu. Yoksa Thyateira’dan sonrası bir rüyamıydı?
============================================>