13
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
3354
Okunma


2003 yılı Aralık ayının son günleriydi… Herkeste ayrı bir heyecan bir alış veriş telaşı bir koşuşturmacadır yaşanırken, ülkenin birçok yerinde de yoğun bir kar yağışı başlamıştı. Aslında bu karlı hava, yeni yıl ruhuna ayrı bir hava katıyordu bazıları için. Aslan’ın hediyelik mağazasının müşteri trafiği de yeni yılın yaklaşması sebebiyle oldukça artmış ve kafasını kaşıyamaz bir hale gelmişti neredeyse.
Satışların güzel oluşu keyif vericiydi, ancak birçok konuda söz sahibi tek kişi olması nedeniyle herkesten çok koşturuyor ve herkesten çok yorulan da o oluyor akşam eve gittiğinde, başını yastığıyla buluşturmaktan gayri bir düşünce kalmıyordu aklında. Yine böyle yoğun bir koşturmaca günündeyken çaldı cep telefonu. Yumuşak bir ses tonuyla konuşan kişi;
-Aslan Bey siz misiniz? Diye sordu.
-Evet benim!
-Ali Yılmaz neyiniz olur?
Genç adam bir an durakladı. Babasını soruyordu telefondaki ses.
-Ali Bey babam olur da siz kimsiniz?
Eskişehir SSK hastanesinin bir hemşiresi olduğunu söyledi kadın. Babasının bir kaza geçirdiğini, bir haftadır hastanelerinde yatmakta olduğunu ve kendisine ancak ulaşabildiklerini söylüyordu.
-“Nasıl olabilir? Babam Bursa da benim” dedi, “ Eskişehir’de ne işi varmış ki? İlk şaşkınlığını attıktan sonra da ikinci soruyu yöneltti. “Bir haftadır mı orada? Babam olduğundan emin misiniz?”
Hemşire derin bir iç geçirdikten sonra, tane tane konuşmasını sürdürdü.
-“Beyefendi, burada Ali Yılmaz isminde yoğun bakımda yatan bir hastamız var “dedi, “Hüviyetinden yola çıkarak yapılan aramayla size ulaştık. Şüphedeyseniz eğer siz önce bir babanızın nerede olduğunu araştırın o zaman! “ dedi ve hastanenin telefon ve adresini, bahse konu hastanın kaldığı odanın numarasını söyleyip telefonu kapattı.
10 yıl önce annesinin vefat etmesinden sonra sık sık iş seyahati için gittiği Bursa’ya yerleşmişti babası. Çünkü seviyordu bu şehri ve kendine birçok da dost edinmişti. Genç adam telefonda yapılan bu konuşma üzerine, hemen babasının cep telefonunu tuşladı. Otomatik kayıt, kapsama alanı dışında olduğunu söylüyordu. Bu kez evinin telefonunu çevirdi, bir süre çalmasına rağmen ondan da bir yanıt alamayınca, garip bir sıkıntı gelip yüreğine çöreklendi.
Kaydettiği numaradan hemen hastaneyi geri aradı. Orada yatan adam gerçekten babası olabilirdi. Santral ilgili bölüme bağladığında “Hastanız kendine ancak geldi ve sizin numaranızı söyleyebildi” dediler. Üstelik durumu da çok ciddiymiş. Aslan bunu duyar duymaz, dükkânı yardımcılarına emanet ederek, hemen kendini otobüs terminaline attı. Zira bu kafayla ve bu kötü hava şartlarında kendi aracıyla yola çıkmayı göze alamamıştı. İzmir de durum o kadar kötü değildi ancak civar illerde yolların kardan kapanmış olduğunu birçok otobüs seferinin de bu yüzden iptal edildiğini öğrenmesi çok canını sıkmıştı. Gideceği bir otobüs ayarlayamayınca, çaresiz trenle gitmeye karar verdi.
Kara tren rayların üzerinde kayarak yola koyulalı epeyce olmuştu. Genç adam bir yandan kompartıman camından, lapa lapa yağan karın, beyaz bir örtü gibi etrafı kaplayışını hayranlıkla izliyorken, aklında da türlü düşünceler geçiyordu. Bir ara her bir kar tanesinin, birbirlerine çarpmadan yeryüzüne indiği aklına gelince gülümsedi. “Ama bazen de bu doğal güzellik, insanlık için nasıl da bir eziyet haline gelebiliyor” diye iç geçirdi.
Trenden iner inmez, bir taksiye atladığı gibi SSK Hastanesinde aldı soluğu. Hastanız burada diye gösterilen odanın kapısı açıldığında, birkaç kişinin yattığı koğuş misali bir odada buldu kıymetli babasını. Gördüğü manzara karşısında donup kalmıştı. Çünkü Ali Bey tam kapının karşısında duran bir yatakta üzerinde hala kanlı giysileri ve sakalları uzamış bir şekilde, kimsesiz garibanlar gibi gözleri kapalı öylece yatıyordu.
Elini yumruk yapıp ağzına tıkadı. Bağırıp diğer hastaları rahatsız etmemek için dişlerini sıkıyordu. Daha fazla orada duramayıp kendini dışarı attı ve karşısına çıkan ilk hemşire de onun bu öfkeli halinden nasibini aldı. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu, ellerini havada sallarken ses tonunun hâkimiyetini kaybetmişti adeta.
-Nasıl bir hastane burası ya! Bir haftadır burada yatmakta olan bir yaralı var ve kanlı giysileri hala üzerinde durmakta! diye bağırdı. " Nasıl bir saçmalıktır bu! Biri bana açıklasın!”
Bütün vücudu üzüntüden ve sinirden tir tir titriyordu genç adamın. Hemşire, hemen masanın arkasından çıkıp yanına geldi.
-Beyefendi, dedi. Hastanede olduğunuzu unuttunuz galiba. Böyle bağıramazsınız. Lütfen ama!
-Size Lütfen ama! Ben nerede olduğumu gayet iyi biliyorum da siz bir hastaya nasıl bakılması gerektiğini bilmiyorsunuz herhalde?
Hemşire, işaret parmağını dudağına dayayıp sus işareti yaptıktan sonra, Aslan’ın kireç gibi beyazlaşmış yüzünü görünce yanına gelip yavaşça kolundan tuttu.
-“Lütfen sakin olur musunuz Beyefendi? Bakın renginiz de bembeyaz olmuş, gelin bir tansiyonunuza bakalım!”
-“İstemez” dedi, Aslan “Gerek yok tansiyonuma falan bakılmasına!”
O da bir hastanede böyle bağırmaması gerektiğinin farkındaydı, ama gördüğü manzara çıldırtmıştı genç adamı. Hemşire onun dik dik bakışları karşısında elini kolundan çekti ve babasının durumu hakkında ona izahat vermeye çalıştı.
Bir hafta önce, Eskişehir Bozüyük de buzlanma ile kayganlaşan yoldan çıkan bir yolcu otobüsü Porsuk çayına düşmüştü. Babası da işte bu otobüs içinde ağır yaralanan 17 yolcusundan biri olarak Eskişehir SSK Hastanesine getirilmişti. Kaburga kemiklerinde ve kaval kemiklerinde ciddi kırıklar varmış. Bilinci kapalı olduğu için kendine gelene kadar kime haber vereceklerini bilememişler. Tabi hasta yakını olarak yanında kimse olmadığı için de böyle ilgisiz kalmış.
Hemşire konuştukça kahroluyordu genç adam. Nasıl olmuştu da böyle ciddi bir haberi duymamış, okumamıştı. Yeni gelen yıl yüzünden işlere öyle kaptırmıştı ki kendini, babacığını ihmal etmişti. Hemşire üzgün bir ifadeyle konuşmasını bitirirken, hastanenin oldukça dolu olması sebebiyle her hastayla gerektiği gibi ilgilenemediklerini de izah ettikten sonra Aslan’ın eline, alıp getirmesi için gereken ihtiyaçların bir listesini tutuşturdu.
- “Pijama ve birkaç adet iç çamaşırı da alıp gelirseniz hemen babanızın üzerini değiştirilmesini sağlarım.”
Genç adam biraz sakinlemişti. Zaten artık olan olmuştu, bağırıp çağırmakla neyi değişecekti ki? Elinde liste, alış veriş yapmak üzere koşturarak hastaneden çıkıp gitti.
Ali Bey bir saat sonra yatağında, bu kez üzerinde oğlunun getirdiği yakaları lacivert biyeli mavi pijamaları, eli yüzü temizlenmiş bir şekilde yatmaktaydı. Oğlunun gelip onu bulmuş olmasından da çok mutlu olmuş, hatta ağrılarını bile unutmuştu. Aslan, bir sandalye çekip yanına oturmadan onun serum iğnesi takılı kolunu hafifçe kaldırıp elini öptü.
-“Affet beni babacığım ne olur; işlere dalıp seni ihmal ettiğim için inan çok üzgünüm.”
Ali Bey oğlunun kendisine ne kadar düşkün ve hayırlı bir evlat olduğunu, bugüne kadar bir gün dahi saygıda kusur etmemiş olduğunu gayet iyi biliyordu. Çok çalışıp yorulduğunu da… Üzüntüden çökmüş avurtlarına bakarken bu karda kışta yola çıkmakla esas kendisinin hatalı olduğunu söyleyerek, onu biraz olsun rahatlatmak istedi. Uşak’da yaşayan torunlarını çok özlemiş olduğunu, yılbaşını onlarla kutlamak isteyince, aldığı hediyeler bavulunda, sürpriz yapmak hevesiyle kötü havayı hesaba katmayıp düşüncesizlik yaptığını tekrarlayıp duruyordu. Hasretliğini çektiği biri kız diğeri erkek olan torunu da Aslan’ın ayrıldığı eşindendi.
Öyle halsizdi ki eli oğlunun avuçlarında konuşması biter bitmez yeniden derinlere dalıp gitti. Bir süre sonra tekrar gözlerini açtığında, Aslan’ı hala yanı başındaki sandalye de oturur görünce sevinçle gülümsedi. O, uyurken Aslan başucundaki komodin üzerine içi su dolu bir kap bırakmıştı. Hemen ayaklanıp;
-“Müsaadenizle Ali Beycim dedi, şimdi sıra sakalların ardındaki o nur yüzü ortaya çıkartmakta!”
Yerinden pek kıpırdatmamaya ve bir yerini ağrıtmamaya gayret ederek babasını bir güzel kendi elleriyle tıraş etti. Ali Bey öyle mutluydu ve öyle duygulanmıştı ki, yanaklarından inci gibi yaşlar dökülürken;
-“ Canım oğlum benim, dedi... Seni bir daha göremeyeceğim, burada kendi başıma ölüp gideceğim diye çok korkmuştum.”
Aslan’ın da gözleri dolu doluydu, ama onu daha fazla üzmemek için kendini tutuyordu. Tıraşı bitirip Ali Beyin yüzünü havluyla kuruladıktan sonra eğilip iki yanağına birer öpücük kondurdu. Biliyordu ki bir hasta için en iyi ilaç moraldi. Sevgi, ilgi kadar onların morale de ihtiyacı vardı.
-“Şükürler olsun seni bize bağışladı yaratan babam!” dedi. “Çarçabuk iyileşeceksin ve buradan birlikte yürüyerek çıkıp gideceğiz, sen hiç merak etme!
*