8
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
1048
Okunma


Gözlerimi açtığımda başımda beni muayene eden sivri bıyıklı, tek gözünde monokl olan yahudiyle göz göze geldik. Bilincim yerine gelmediğinden bir an korktum ve hızla kalkmaya çalıştım. Ancak daha sonra yan tarafta uyandığımı görünce ayağa kalkan, beni karşılayan askeri ve kurtardığım Türk’ü görünce çabucak hafızamı toparladım. İnsan az da olsa oksijensiz kaldığında böyle hafıza kayıplarıyla karşılaşmak normal. Beni karşılayan asker -ismi Lütfi’ymiş ve istihbarat subayıymış- sertçe "sonunda kendine geldi, geçmiş olsun Niko bey" diyerek kapıyı çekip çıktı. Kendisini ve eşini kurtardığım Türk ise minnettar bir bakışla elimi tuttu;
-Çok şükür uyandın beyim, ismim Ahmet, iki gecedir başındayım.
-İki gece mi? Ne oldu peki?
-O gece sen bizi gulyabanilerden kurtardın beyim, sonra elimize sarımsak tutuşturup sabaha kadar çıkmayın dedin ve mahlukatın peşi sıra gittin. Ancak benim içim rahat etmedi. Yanıma bolca sarımsak alarak biraz da yiyerek arkandan geldim. Nöbetçi asker kapıdan bırakmak istemedi o yüzden geciktim yoksa belki de daha önce kurtaracaktım seni belki de beraber ölecektik. Her neyse ben uzaktan senin çukura düştüğünü gördüm, başında da o mahlukatları. Bir an tereddütle düşündüm ama sen bizim için canını feda etmiştin ben de aynısını yapacaktım. Bağıra bağıra Ayet el kürsi okuyarak üstlerine koşmaya başladım, bir yandan da sarımsakları üzerlerine fırlattım. Bu onları çok kızdırdı, korkunç homurtularla üstüme gelirlerken birden sabah ezanı okunmaya, bir yandan da horozlar ötmeye başladı. Bunlar bir anda buharlaşıp gittiler. Ben de aceleyle seni çıkardım. Tahmini birkaç dakika gömülü kaldın ancak toprak balçık olduğundan tamamen nefessiz kalmışsın. Neyse ki verilmiş sadakan varmış.
-Tamam şimdi hatırladım. Ancak bana daha az önce yaşanmış gibi geliyor. Peki ne tarafa gittiklerini görebildin mi?
-Yok beyim oldukları yerde buharlaşıverdiler.
-Peki Ahmet efendi, sağolasın, o halde ödeştik seninle ha?
-Yok beyim iki cana karşı bir can, daha sana bir borcum var.
O halimle güldürmüştü beni Ahmet. Sempatik, canayakın ve hızlı konuşan biriydi. İki kaşının ortası devamlı havada ve kenarları aşağı dönük olduğundan hem komik, hem de mazlum bir görünüşü vardı. Beni kaldığım eve kadar götürmüş, yatağımın etrafını sarımsakla doldurmuş, doktoru ve subayı da o çağırmıştı. Hemen işe koyulmak istedim lakin doktor bunun iyi bir fikir olmadığı konusunda beni ikna etti. Ahmet de ben yatarken beni yalnız bırakmayacağını söyledi. Böylelikle bir kaç gün dinlenmeye karar verdim.
...
İstirahat ettiğim iki gün boyunca karaltılar evimi rahatsız ettiler. Ahmet efendiye kendi yapmış olduğum esansımdan önce kendisine ve eşine olmak kaydıyla, daha sonra parmağıyla tüm duvarlara tek tek sürmek suretiyle evin her yerine sürmesini istedim. Ayrıca tüm kapı ve pencerelere tuz, sarımsak ve Ahmet’in ricasıyla muskalar koyduk. Buna rağmen sanki bu sefer beni hedef alırmışçasına devamlı evin etrafındaydılar. Hatta bir ara evi sarsmalarından çok öfkeli oldukları hissediliyordu. Kapıda bekleyen askeri, kendisine bir zarar gelmemesi için göndermiştim. İkinci gün sabah ezanları okunmadan az evvel pencereden baktığımda sokağın karşısında tıpkı ermeni papazların giydiğine benzer simsiyah, sivri şapkalı cübbe giymiş birisini gördüm. Ellerini yıkamış da elindeki suyu silkermişçesine garip hareketler yapıyordu. Benim pencereye çıktığımı farkeder farketmez ilk köşeden sola saparak gözden kayboldu. Bu duruma çok canım sıkılmıştı. Eğer gerçekten bir ermeni büyüsüyle karşı karşıyaysam bu iş hepten çirkinleşecekti. Daha fazla oyalanmadan gün ağarır ağarmaz işe koyulmaya karar verdim.
Bu işlerdeki en büyük yardımcım, çingenenin bana miras bıraktığı, sağ kolum olan resimli tahtayı kılıfından çıkardım. Ben ona "şeytan pusulası" diyordum. Artık nasıl bir efsun varsa bu alette üzerine onca yıldır tek toz dahi konmamıştı. Alet tek parça incir ağacından yapılmış ve üzeri garip bir cila ile kaplanmıştı. Parlak tarafı derin çizgilerle on iki eşit parça halinde çizilmiş tıpkı bir saate benziyordu. Ancak rakamlar yerine her birinde rünik alfabeye benzer birer sembol vardı. Semboller bazı şekilleri andırdığından gittiğim yerdeki insanlar bu alete resimli tahta ismini vermişti. Tam ortasına bir perçinle tutturulmuş gül ağacından yapılma bir ok, ben saat yönünün tersine on iki defa çevirdiğimde kurulmuşçasına bulunduğumuz mekanda ne tarz bir varlığın bulunduğunu sembollerin üstünde durarak gösteriyor, ardından varlığın ne tarafta olduğunu işaret ediyordu. Çingene bana bunun kim tarafından yapıldığı, ne zaman yapıldığı, sembollerin hangi medeniyetin ürünü olduğu konusunda hiç bir şey söylememişti. Sadece hangi sembolün hangi varlığa işaret ettiğini ve bu durumlarda ne yapılması gerektiğini öğretmişti. Sonra da sessiz sedasız ortadan kaybolmuştu. "Kesinlikle" demişti "tam emin olana dek ya da mecbur kalana dek bunu ortaya çıkarma, yoksa hem tahtanın hem de senin felaketin olur, şu kadarını söyleyeyim ölmek gözüne kurtuluş gibi görünür". Bu yüzden her seferinde önce bana öğrettiği diğer imkanlarla olayları çözmeye çalışır, bunda muvaffak olamadığımda tahtayı kullanırdım. Bu gün de mecburen kullanacaktım, çünkü bu tip varlıkların insanı öldürme yetkileri yoktur. Genellikle rahatsız edip, hayatı zehir ederler. Ancak bunlar beni öldürmeye teşebbüs etmişlerdi. Bu da işin şakaya gelmediğini gösteriyordu.
...
Sabahın ilk ışıklarıyla Kadı’ya haber vermesi için gönderdiğim Ahmet öğleye doğru geldi.
-Beyim Kadı efendi öğle namazından sonra yanına garnizon kumandanını, din adamlarını, kaymakam vekilini, şehrin ileri gelenlerini ve birkaç gazeteciyi de alarak size katılacakmış.
-Peki öyleyse biz de hazırlıklarımızı tamamlayalım.
Kadı efendi ve beraberindekiler öğle namazından sonra söyledikleri gibi köprüde toplaştılar. Ben de herkesi selamlayarak önlerine düştüm. Halktan merakı korkusuna baskın çıkanlar da peşimiz sıra gelmeye başladılar. Mezarlığa gidiyorduk. Mezarlığa geldiğimizde benim karaltılarla ilk karşılaştığım yeri tespit ettim ve Ahmet’e halkın önüne kaya tuzundan uzunca bir çizgi çekmesini söyledim. Kumandandan ben söyleyene kadar kimsenin tuzdan şeridi geçmemesini rica ettim. Daha sonra Ahmet’le üzerimize efsunlu esanstan sürdük. Ahmet’e herhangi bir duruma karşı elinde tuzla tetikte beklemesini söyledim ve resimli tahtayı kılıfından çıkardım. O anda arkadaki kalabalıkta bir uğultu başladı. Tahtayı görmek isteyen insanlar itişip kakışıyorlardı. Hemen tahtayı havaya kaldırdım. "Bakın" dedim "ilginç bir şey yok, sakın görmeye çalışayım derken çizgiyi geçmeyin". Herkes sus pus olup izlemeye devam etti. Tahtayı yere koydum ve ağır ağır on iki kez çevirdim. Tahtanın üzerindeki ok uzunca bir süre döndükten sonra "ruh" sembolünü gösterdi. Bu güne kadar hiç insan ruhuyla mücadele etmemiştim. Hele ki bu kadar belalısıyla. Kesin bu işte büyü vardı ve tabii ki bir büyücü. Ama önce ruhların kaynağı olan bedenlerle ilgilenmeliydim. Ok ikinci kez döndü ve varlıkların kaynağını işaret etti. Kurumuş bir meşenin dibinde yanyana duran bakımsız iki mezarı gösteriyordu.
-Burada kim yatıyor, diye seslendim.
-İki tane rezil Yeniçeri yatıyor orada, Osmanlı Ordusu’na yakışmayan iki kafir. Gençliklerinde görev yaptıkları yerde çok eziyet edip, çok can yakmışlar. Hırsızlıktan, kadın kaçırmaya, yağmadan, adam öldürmeye kadar binbir türlü cürümleri var. Nasıl olduysa ocak kaldırılırken bunlar yaşları çok olduğundan kurtulmuşlar. Buralara gelip burda da rahat durmadılar. Sonra da ikisi de şu an gömülü oldukları yerde ölü bulundular. Sanırım alkolden geberip gittiler.
Bunlar yaşarken dahi şeytanlaşmış insanlardı. Kim derdi ki Osmanlı’yı zaferlerden zaferlere taşıyan kutlu bir ocaktan böyle reziller peyda olsun. Hemen Ahmet’le mezarları kazmaya başladık. Ama mezardan devamlı dayanılmayacak kokular ve türlü haşerat çıkıyordu. Böylelikle mezarları kazmamız neredeyse bir saatimiz aldı. Cesetlere ulaştığımızda manzara dehşet verici ve bir o kadar iğrençti. Askerlerin vücutları neredeyse üç-dört kat şişmiş ve kafaları ters dönmüştü. Aynı zamanda vücutlarının tümü kurtluydu ve iğrenç kokular bu yaralardan dışarı sızıyordu. Öncelikle cesetlerin etrafını bolca tuzlayarak bir daire çizdim. Ardından vücutlarının üzerine serpmeye başladığımda cesetlerin kafası bize döndü ve ağızlarından yılan tıslamasına benzer sesler çıkarmaya başladılar. Halkın çoğu bu manzara karşısında olay yerinden çoktan uzaklaşmıştı. Müftü ve Hahambaşı bunları yapmanın günah olduğunu ve benim kafir olduğumu kadıya mırıldanıyorlardı. Papaz ise bir köşede istifra ediyordu. Kumandan sertçe "Kesin sesinizi" diye bağırarak Müftü ve Hahambaşıyı susturdu. Uzun bir süre tıslamayla karışık garip sesler çıkardıktan sonra cesetler sonunda normal boyutlarına geldiler. Bu esnada ikisinin de karnında birer dikiş izi olduğunu gördüm. "Kesmemiz gerek" dedim, "bana hemen bıçak ve bir kazan getirin, ayrıca şuraya büyükçe bir ateş yakın". Kadı’nın işaretiyle bir kaç asker hemen koşarak dediklerimi hazır ettiler.
İlk askerin karnını yardığımda çok hazırlıksız yakalandım. İçinden fırlayan karaltı üzerime çullandı ve kollarıma, bacaklarıma ve boynuma dolanarak sıkmaya başladı. O denli sıktı ki neredeyse tüm kemiklerim kırılmak üzereydi. Son bir gayretle şaşkınlıktan donakalmış Ahmet’e bağırdım.
-Karnına bak, Ahmet!!! Karnına bak, ne var orada.
-Şey, şey..Beyim küçük bir kese var, başka börtü böcek var..başka..
-Keseyi ateşe ..
Bu son cümlemi tamamlatmadan ağzım kapanmıştı. Şükür ki Ahmet acele davrandı ve keseyi aldığı gibi ateşe fırlattı. Atmasıyla yemyeşil bir alev göğe yükseldi. Üzerimdeki karaltı da yanmış bir kağıt parçası gibi kül olup uçuştu. Kalbini çıkararak kazana attım ve üzerine kaya tuzu ile başka tozlar serptim. Kalp iyice haşlandıktan sonra ateşe atıp yaktım. Sıra diğerine geldiğinde önce kalbini çıkarıp haşlayıp yaktıktan sonra karnındaki keseyi çıkardık. Az öncekinde de böyle yapmam gerekiyordu, sıralamadaki hatamı az kalsın kendin canımla ve belki de orada bulunan herkesin canıyla ödeyecektik. Keseyi açtığımda içinden bir kaç insan dişi, neye ait olduğunu bilemediğim kıllar ve tavuk ibikleri çıktı. Bu kesinlikle büyüydü ve faili ortadan kaybolmadan hemen önlem alınmalıydı. Çünkü bu büyüyü yapan kişi bir ya da bir kaç kişiyi değil tüm şehri hedef almıştı. Usulca kumandanın kulağına eğilerek durumu anlattım. O da sessizce emir subayına gerekli komutları vererek halkı dağıtmaya başladı. O sırada Kadı seslendi;
-Tamam mı, artık çizgiyi geçebilirmiyiz?
-Tabii efendim buyrun.
-Ne oldu şimdi Nikola Bey halloldu mu mesele?
-Neredeyse efendim, en azından artık elle tutulur bir düşmanınız var.
-Nasıl yani?
-Kumandana durumu anlattım, bu bir büyü işi çok da kuvvetli. Az kalsın hepimizin felaketi oluyordu. Neyse ki o konuyu hallettik, şimdi sıra sizin askerlerin faili yakalama hünerlerinde.
-Hele bir yakalasınlar, ne zamandır kimseye vermediğim idam cezasını gönül rahatlığıyla vereceğim.
...
Dört gün boyunca şehir kapıları kapandı. Ne bir kimse dışarı salındı, ne de dışarıdan birisi içeri alındı. Hristiyan ve Yahudi mahalleleri duvar dışında, sınırları ırmakla çizildiğinden ırmak boylarına da gözcüler yerleştirildi. Artık şehri rahatsız eden durum ortadan kalktığından, halk rahat bir nefes almıştı. Askerler ise artık gözle görünür birini aradıklarını bildiklerinden daha gözüpek davranmaya başlamışlardı. Dördüncü günün gecesi Hristiyan mahallesinin güney tarafından yüzerek kaçmaya çalışan birini askerler vurarak şehir meydanına getirdiler. Gece olmasına rağmen büyükçe bir kalabalık toplanmıştı. Söylediklerine göre bu 5 yıl kadar önce buraya yerleşen bir Ermeniydi. Kimsenin işine karışmayan, kimseyle muhabbeti olmayan biriydi. Mezarlığa yakın bir yerden küçük bir tarla almış, kendine yetecek kadar sebze yetiştiriyormuş. Tabii sadece tarlayla uğraşmadığı ortaya çıktı. Yarası ölümcüldü ve artık son anlarını yaşıyordu. Kaybedeceği bir şey olmadığından suçunu itiraf etmeye başladı;
-Memleketim Sivrihisar’dır. Ben daha küçükken ailecek İstanbul’a göçmüştük. Orada babam esnaflık yapmaya başladığı zamanlar Yeniçeriler gelip haraç keserlerdi. Tüm esnaftan keserlerdi. Özellikle bu ikisi iyice azıtmışlardı ve babam yok dediğinde öldüresiye dövüyorlardı. Ben devlete küfrettiğimdeyse, bana çekişir, bunları yapanların azınlık olduğunu söyler, Tanrı devlete zeval vermesin derdi. Benim içinse sorun bu ülkenin kendisindeydi. Bir gün yine babam param yok dediğinde öldüresiye bir dayak yedi ve bir daha uyanmadı. Bu iki Yeniçeri bu yetmezmiş gibi annemi de taciz ederek varımızı yoğumuzu alarak defolup gittiler. O gün bu askerlere de bu ülkeye de bunu ödeteceğime yemin ettim. Bazı Ermeni kardeşlerimden de bunun sadece büyü yoluyla olacağına kanaat getirdim. Planım tıkır tıkır işliyordu. Buradan diğer şehirlere geçip herkesi huzursuz edecektim. Ama bu lanet olası cadıcı gelip tüm yapacaklarımın içine etti. Az kalsın onu da gebertiyordum ama ucuz kurtuldu. Artık cehennemde görüşürüz cadıcı, bu yaptıklarınla cennete gideceğini düşünüyorsan yanılıyorsun. Tanrı’nın laneti başınızdan eksik olmasın.
Bunları söyledikten sonra can çekişerek öldü. Kadı ceza olarak büyü yaptığı cesetlerin yanına gömülmesini emretti.
...
Artık şehirden ayrılma vaktim geldiğinde halktan çok kimse teşekkür için bana para ya da hediye getirdiler. Hediyelerin bir çoğunu yanımda taşıyamayacağımdan Ahmet’e verdim ve halkın getirdiği paraların neredeyse tamamını yine tüm itirazlarına rağmen ona verdim. Kadı da yola çıkacağım gün beni uğurlamaya gelip ödemeye söz verdiği 400 kuruşu getirdi. Çokça teşekkür ederek ne zaman istersem misafir olabileceğimi söyledi. Bolca karşılıklı güzel sözlerden sonra ayrılarak bir gece apar topar ayrıldığım evime döndüm. Güzel eşim beni yitirdiğini düşünerek günlerdir yas tutuyormuş. Beni gördüğünde sevincinden bayılacaktı.
Sonradan duydum ki bu olay İstanbul’da gazetelere kadar duyulmuş. Lağvedilen Yeniçeri’ye karşı propaganda malzemesi olarak kullanılmış. Halkın bu bozulmuş güruhtan daha da tiksinmesi sağlanmış. Bunu duyduktan sonra eşimi de alıp Yanya’ya göçtüm. Bir daha böyle bir iş için rahatsız edilmemek ve saçma bir ihmalden eşimi dul bırakmamak adına böyle bir karar verdim. Yeni bir memleket, yeni bir hayat kurarak beladan uzak durmaya çalıştım. Ama yıllar geçmesine rağmen o Ermeni’nin bedduaları asla aklımdan çıkmadı. Devamlı peşimde dolaşan bir şeytan gibi varlığını hissettim. Kabuslarımda hep onunla ve büyüleriyle uğraştım. Belki de lanet buydu. Geri kalan hayatımı evhamlarla ve korkularla geçirmek belki.
Kimbilir..