9
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1274
Okunma


Tanrım...Ne kadar güzel bir hava...Ahhh..Tanrım bu harika havada ve esen meltemle gelen muhteşem çiçek kokularıyla neredeyse tüm dertlerimi unutmuş gibiyim. Bu bir anlık gelen huzurun sonsuza kadar sürmesi için herşeyimi veririm. Tabiki şu an için bu imkansız. Hele ki ailemin ve evleneceğim kadının gözlerimin önünde katledilişlerini izledikten sonra artık yaşamak istediğimden bile emin değilim. Zaten geceden daha karanlık bu dönemde artık benim gibilerin yaşama hakkı yok.
Tanrım..Yüce İsa..Kulların senin adını kullanarak yine kullarını katlediyor. Kilise senden direk vahiy almışçasına hareket ediyor ve hayvanlar gibi güdülüyoruz. Cadılar gibi yakılıyor, vatan hainleri gibi parçalanıyoruz. Erkek, kadın, çoluk, çocuk ayırmıyorlar. Her türlü günahı gündelik bir iş haline getirenlerin, din adına nasıl bu kadar gözleri dönebilir. Yo, hayır, her ne kadar Aziz Bartholomeow gününe denk getirseler de bu kutsal(!!) katliamı, elbette bunun dinle hiç alakası yok.
Geçen hafta Paris’te ki katliamda kafama yediğim bir sopa darbesiyle bayıltılıp, atıldığım o cesetlerle dolu lağımdan çıkmayı başardığımdan beri kaçıyorum. Kimi zaman bir evin ağılında, kimi zaman bir ağaç kovuğunda, kimi zamansa bir kayanın dibinde yarı uyur yarı uyanık vaziyetteydim. Orleans civarında yakalanmak üzereyken çaldığım bir atla(Tanrı affetsin) gece gündüz durmadan yol alarak Marsilya’ya kadar gelebildim. Ancak burada da durumun çok farklı olmadığını gördüm. Yanmış et kokusu yüzlerce metre öteden duyulabiliyordu. Tepeden şehre giden yol boyunca çarmıha gerilip can çekişen insanların haykırışları, sanki kendim de ordaymışım gibi kalbimi acıtıyordu. Paris, Orleans, Marsilya böyleyse kaçacak bir yer yoktu herhalde. Belki herhangi bir limana ulaşabilirsem Türklerin ülkesine gidebilirdim. Muhteşem Kanunkoyucu Süleyman’ın topraklarına. Duyduklarıma göre orada insanlar din yada mezhepleri yüzünden öldürülmüyorlarmış. Söylenti bile olsa buralardan uzaklaşmam gerekiyordu. Böylelikle yönümü Toulon’a çevirdim ve yol üstünde olmayan harabe bir gözetleme kulesinin tepesinde, gündüz yakaladığım ayağı kırık bir tavşanla günler sonra ilk defa karnımı doyurmayı ve rahat bir uyku uyumayı planlıyordum.
Uykuya dalmam çok uzun sürdü. Uykum ise kabuslarla doluydu. Rüyamda hatırlayabildiğim kadarıyla Notre Dame meydanında bir sürü karga, çevreye saçılmış insan cesetlerini didikliyordu. Kilisenin içi ceset doluydu ve kargalar cesetleri biraz gagaladıktan sonra kiliseye taşıyarak penceresinden içeri atıyorlardı. Ben dehşet içinde olanları izlerken bir karga beni farketti ve kulakları sağır eden iğrenç, uğursuz bir sesle bağırdı. Aynı anda bütün sürü üzerime hücum etti. Arkamı dönüp kaçmaya yeltendiğimde kocaman bir karganın arkamda durduğunu farkettim ve benim onu görmemle gözlerimi oyması bir oldu. İrkilerek uyandım. Başımda bekleyen papazı ve ellerinde oraklarla bekleyen adamları gördüğümde hala rüyada olduğumu sandım. Papaz eliyle işaret ettiğinde adamlar beni yaka paça kaldırarak bağladılar ve bir eşeğe yüklediler. Beni bırakmalarını, hangi suçla beni götürdüklerini, bunun kanunlara aykırı olduğunu haykırsam da hiç aldırış etmediler. Sadece arkadan gelen kısa boylu, sakallarından bir kaç gündür ne yediği açıkça belli olan -ne kadar tuhaf değil mi bu durumda bile insan nelere dikkat ediyor- çirkin bir adam "Cehenneme gideceksin kafir" diye fısıldadı. "Kafir değilim" dediysem de nafileydi. Birkaç saat süren, inkar ve yalvarmalarımla geçen bir yolculuktan sonra Toulon’a vardık. Görünen o ki Toulon katliama yeni başlıyordu. Sürüklenerek, dövülerek meydanlara toplanan Huguenot aileler biraz sonra başlarına neler geleceğinden habersiz bir şekilde ağlaşıyorlardı. En azından üç ya da beş bin kişi vardı meydanda. Çevrede baltalı askerler, ellerinde çeşitli silahlar bulunan yerli katolik halk ve çevreye komutlar veren rahipler vardı. Bu kadar sistematik bir katliamı aylarca planlamış olmalılardı ve biz her şeyden habersiz ahmakça geleceğe dair mutlu planlar kurmuştuk.
Beni de kalabalığın bulunduğu meydandaki büyük çemberin yanına getirdiler. Yolumuzda duran irice bir askere önümdeki papaz parmağıyla beni göstererek almasını söyledi. Asker beni tek hamlede kaldırdı ve kalabalığın arasına fırlattı. Kafa üstü düştüm ve burnum kırıldı. Kalabalıktan yanıma gelen bir kadın ellerimi çözdü ve eteğiyle kanayan burnumu sildi. O anda gürültüler yükseldi ve ortalık karıştı. Katliam başlamıştı. Daha geçen hafta yaşadığım ve etkisinden kurtulamadığım olay yeniden oluyordu. Artık bu din simsarlarından kurtulamayacağımı anlamıştım ve ayağa kalkarak herkese mücadele etmelerini söyledim.
Tabii ki hiç şansımız yoktu. Silahsız bir şekilde ne kadar mücadele edebilirdik. Bir şekilde karşısındakinin silahını ele geçirebilenler, çevrede duran arbaletli askerler tarafından vuruluyorlardı. Tam bir kıyımdı. Gözü dönmüş barbarlar gibi saldıran katolikler komşusunun, arkadaşının, akrabasının yalvarmalarına aldırmadan saldırıyorlardı. Ben de o karmaşada çivili tahtasını bacağıma saplayan bir fanatiği yumrukla yere sererek, silahını aldım. Tabi anında sol omzumdan ve elimden vuruldum. Kendimi kaybettim ve yere yuvarlandım.
...
Şimdi bu denizden tatlı tatlı esen meltemin ve çiçek kokularının arasında şehrin dışında yolun kenarında benim gibi yaralılarla beraber çarmıha gerilmeyi bekliyorum. O bir anlık huzur beni buradan alıp götürse de infazcılar geldi Ve işte sıra bende. Askerlerden biri bana saplanmış olan okları acımasızca çekerek aldı ve o kadar halsizdim ki bu acıyla kıvranamadım bile. Sadece ilmek geçirdikleri boğazımdan boğuk bir ses çıktı. Boğazımdan geçirdikleri ilmek boğazımı çok sıkıyor. Leş gibi ter kokan kalın bıyıklı bir adam alelade bir iş yapıyormuşçasına sol elimde okun açtığı yaraya çiviyi çakmaya başladı. Sanırım parmak kemiklerim kırıldı. Acı direk beynime saplandı adeta. Vurdukça tüm vücudum yandı. Şimdi diğerine geçti. Bu sefer daha çok acı çektim. Çivinin derimden etime geçişi, ordan kemiklerimin kırılışı sanki saatler sürmüş gibi geldi. Çabuk bitirse şu işi, ter kokusundan çiçek kokularını duyamaz oldum. Saatlerce sürdü sandığım iş sonunda bitti. Çarmıhı kaldırıp yere çakmaya başladılar. Bu sırada boynumdaki ilmeği daha da sıktılar. Çarmıhı her çaktıklarında çiviler sanki bir kez daha saplandı vücuduma. Yol boyunca benim durumumdaki dindaşlarımın iniltileri geliyor. Kanayan yaralarım delice kaşınıyor. Sinekler yüzüme konuyor ama kovamıyorum bile. Kafam önüme düşüyor. Sanırım ölüyorum.
Karanlık..Öldüm mü? Kollarımı hissetmiyorum... Boğazım berbat... Hayır hala ölmemişim... Tanrım...Hala aynı yerdeyim. Çevremdeki iniltiler kesilmiş. Birileri geliyor. Sanırım dört kişi, kara cübbelere bürünmüşler. Çarmıhtakileri kontrol ediyorlar. Sanırım işimi bitirecek olan kişiler bunlar. Seslenmeliyim, seslenmeliyim ki işimi çabuk bitirsinler. Bitirin şu işi de bir an önce kim tanrının buyruğunu yerine getirmiş, kim kafir anlayayım. Ama boğazımdan sadece boğuk bir hırıltı geliyor ve sanki kesiliyormuşçasına yanıyor. Beni farketmediler. Farketmediler. Dayanamıyorum. Lanet olsun bitirin şu işi...
Bu son haykırışım inleme olarak çıktı ağzımdan. Beni duyan adamlar yanıma gelip birşeyler fısıldaştılar. Biri boynumdaki ilmeği çözerken, diğer ikisi ellerimdeki çivileri söktü. Aşağı kayarken beni tutan adama sarıldım ve gözlerinin içine baktım. Gülüyordu. Diğer adamlar kollarımın altına girerken beni tutan adam o an duymayı en son beklediğim, beni hayata döndüren ve Tanrı’nın hala benimle ilgili planları olduğuna inandıran, binlerce şükrettiren kelimeleri söyledi:
"Hoşgeldin kardeşim, ikinci yaşamına hoşgeldin. Yeni dinimizle ve kardeşlerimizle Batı’ya, Yeni Dünya’ya gidiyoruz..."