10
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1123
Okunma


-Dede anlatsana yahu!!
-...
-Biraz anlat bari.
-...
Genellikle böyleydi diyaloglarımız. Biz sorardık, o böyle sessiz kalır, iç geçirir, gözleri dolar, yine de anlatmazdı. Eskiden de anlatmazmış böyle. Halamla babamdan öğrendim bir çok anısını. Öyle ya normal bir insanın yaşayacağından fazla bir ömür yaşamıştı. Ama ketumdu. Bir acıktığını söylerdi, bir de kedisinin iyi olup olmadığını sorardı. Ha bir de küçük oğlu(57 yaşındaki babam) geç kalınca merak ederdi.
Doğum tarihini soranlara 1334 derdi. 1. Dünya savaşı bitmeden dört ay evvel Yeşil Bursa’nın kendinden daha da yeşil Keşiş Dağında(Sonraki ismi Uludağ)
Batum göçmenlerinin kurduğu Orhaniye köyünde dünyaya gelmişti. Yazların sadece 1 ay hissedildiği bir köy. Öyle ki Haziran ayında bile naftalin kokulu
atlas yorganlarla yatardık gittiğimizde. Sokaklarında Uludağ’ın buz gibi lezzetli sularının aktığı(Erikli suyu da o civardan çıkıyor lakin nerde o lezzet)
çeşmelerin olduğu, deli gibi akan derelerinde benekli alabalıkların yaşadığı köy gibi bir köy(sözüm ona birçok köy bugün bana göre köy değil).
Bir gün durup dururken anlatmaya başladı dedem. Artık ne tetikledi anılarını bilmiyorum. Bu az evvel anlattığım köyün kardeşi sayılan yine akrabalarının olduğu
biraz daha rakımı düşük olan Aksu köyünden bahsetmeye başladı.( Merak edenler varsa şu bir zamanlar Kınalı Kar dizisinin çekildiği Cumalıkızık köyüne yakın
olan Cabbar ağanın köyüydü. Eskiden İpek Yolu üzerinde bulunan Sultan Mehmed döneminden kalma hanı hamamı, 700 yıllık bir çınarı, Sultan Hamid’e ait çeşmesi
ve tuğrası olan bir köy. Aynı zamanda istiklal şehitlerine ait bir de şehitlik var. )
Biraz yerel şiveyle, biraz düzgün Türkçeyle başladı anlatmaya;
-Ben küçüktüm böyle, 3-4 yaşındaydım. Rumlağ geldi. Anamla evde oturuyoduk. Evlere girdiler tek tek. Böyük erkek, asker vaa mı diye bakıyolarmış.
Bizim eve de geldiler. Ben anamın yanındaydım. Dolapta dayımın asker giysisini buldular. Anamı dövmeye başladılar. Nerde diye soruyolardı heralde.
Ben çok korktum. Anam da "yok o gitti yok burlarda" diyodu. Sonra kumandanları geldi. Kızdı onlara. Çıktılağ evden...
-Eee sonra?
-...
Gözleri yaşardı, öyle boş boş baktı bir süre. Sonra devam etti:
-Yunan geliyo dedileğ yine, ahali toplandı dağa çıkmağa başladı. Babam beni sırtına aldı. Hava ayazdı. Ben sarıldım böyle boynuna...
Buralarda sesi titremeye başladı, gözleri yine yaşlı. Sonra birden ciddileşti.
-Geride kaldık biz biraz. Sonra bizi görmesinler diye saman yığının arasına girdik. Orda geceye kadar bekledik. Sonra dağa çıkmağa başladık. Kar yağıyodu,
babam hastaydı biraz. Ama yine de taşıyodu beni...
Yine düşünmeye başladı. 93 yaşında birine göre yine de iyi hatırlıyordu.
-Kövde Karakaçanlar yemek dağıtıyolaadı(Yunan askerlerine Karakaçan diyolarmış kendi aralarında). Babam beni de gönderdi yemek alayım diye. Halka şirin
görünmeğe çalışıyolaaa. Kumandanları kimseye eziyet edilmicek, hastalara bakılcak, halka yemek dağıtılcak demiş. Belli ki gitmek için değil yerleşmek için
gelmişler...Türk askeri geliyo dediler. Yunan telaşlandı. Aşşaa kövleri başka kövleri yakmışlaa hep, bizim kövü yakmadılar. Keles tarafına doğru gittiler.
Daha da gelmediler...
İşte koskoca ömründen benim kendi ağzından duyabildiğim bunlardan ibaretti.
Ne ilk defa 17 yaşında bir bayram günü büyük şehri, Bursa’yı gördüğünde hissettiklerini anlattı,
Ne 2. Dünya savaşında 3 yıl boyunca Trakya sınırında askerlik yaptığını, savaş korkusuyla devamlı kışlada savaş vaziyetinde beklediklerini, küçük bir birlikle
Sofya yakınlarına kadar gittiklerini ve kimsenin karşılarına çıkıp durun nereye gidiyorsunuz diye sormadığını, akşam olunca geri döndüklerini. Acemiliğini
İstanbul’da yaptığını, görkemli Osmanlı camilerinin askeri depo olarak kullanıldığını, bisikletiyle dolaştığı eski İstanbul’daki anılarını,
Ne Uludağ ormanlarında ormancıyken yılanın soktuğunu ya da ağaç kesenleri tabancasıyla kovaladığını, sonra karşıdakilerin toplanıp arkasından kurşun
yağdırdıklarını, kurşunların sağından solundan vızır vızır geçtiğini,
Ne köyünde kimlere ne sebepten sinirlenip babaannemle beraber Eskişehir’e göçüp sıfırdan bir hayata başlamalarını,
Ne yarım asırdan fazla bir süre önce geri geri basarken üzerinden geçen bir otobüsün altında morluklarla sağ çıktığını,
Ne şeker fabrikasında çalışırken soğuk bir kış günü çatıdan yuvarlanıp, çatının kenarındaki demirde asılı kaldığını,
Ne hasta babaanneme 15 yıl boyunca, babaannemin tüm huysuzluklarına, bağırışlarına, hakaretlerine aldırmadan yemeğinden çamaşırına kadar ilgilenerek
nasıl bir sevgiyle baktığını, öldüğünde de arkasından ağladığını,
Kendi ağzından duyamadım ve bunlar gibi babaannemden, halamdan, babamdan duyup yahut bir kısmına şahit olduklarım dışında koca bir ömre neler sığdırdığını öğrenemedim. Ama bir çok kez ölümden dönerek, Allah’ın bahşettiği uzun ve sağlıklı bir ömür yaşadı. Ne bir kimsenin gıybetini yaptı, ne de kötü bir söz söyledi. Eskiden Türkler için bahsedilen tüm iyi özelliklere sahipti. Başkalarının derdi onu ilgilendirmez, bir kimsenin ayıbını görürse de sağa sola yaymaz, kapatırdı. Önceki sene Kasım ayındaki vefatından önce son 1 yılına kadar her vakit namazını camide kıldı. Kimseye yük olmamak için babaannemin vefat ettiği evde son 1 yılına kadar yalnız yaşadı. Benim için gözümde tek kusuru vardı, tabi buna kusur denilirse. Sevgisini, sevdiğini açık açık gösteremezdi. Ne beni çocukluğumda, ne kardeşlerimi, kuzenlerimi yahut onların torunlarını alıp kucağına doyasıya sevemedi. Ama uzaktan gözlerinden ne kadar sevdiğini anlayabilirdik. Kimbilir böyle mi gördü eskilerden veya kişiliği mi böyleydi bilmem. Ama göstermek isteyip gösteremediği ne kadar sevgi biriktiğini evinde geçirdiği son yılında ona hediye ettiğimiz kediye olan sevgisinden anladık. Sanki onca yılın acısını çıkarır gibi tüm sevgisini o kediye, Boncuk’a verdi. Vefat edeceği gün de gündüz en son Boncuk’u sordu. İyi dedik, sonra bir daha geceye kadar hiç konuşmadı. Gece başında Kur’an okurken nefes alıp verişleri hızlandı. Ağzından adeta zikir edercesine Hû sesleri geliyordu. Oda da yoğun bir hava vardı, ben okumaya devam ediyordum. Gözleri açıktı, bakıyordu ama bakışları bu dünyadan çok ilerisini görüyor gibiydi. Arada ellerini havaya uzatıp, bir şey koparıp ağzına atıyordu. İçimden düşündüm; demek son günlerde bu yüzden yemek yemiyordun ha seni uyanık, başka nimetlerle besliyorlarmış seni. Sonra son bir kez derin bir nefes alıp bıraktı ve böylece noktaladı asırlık ömrünü koca çınar. Aynı küçükken babasının sırtında Uludağ’a tırmandıkları güne benzer karlı bir günde uğurladık bundan sonraki istirahatgahına. Allah mekanını cennet etsin inşallah..