5
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1336
Okunma


Diyalektik olarak madde düşünceyi doğurur... Yani demek ki düşüncelerimizi koşullayan bir etki olmadan düşünme eylemini gerçekleştiremiyoruz. (Mesela bir kayısı ağacının var olması ve mevsimi gelince bu meyveyi üretmesi bizim kayısıyı düşünebilmemizi sağlıyor. Böylece bu düşünceyi geliştirip meyve suyu ya da reçel de yapabiliyoruz.) Oysa kayısı ağacı olmasa bu düşüncenin tamamının oluşması ve gelişmesi için de bir koşul olamayacak.
Demek ki aslında kendi fikrimiz, düşüncemiz zannettiğimiz hemen her şey aslında bizi koşullayan şartların getirisi...
Peki bu koşullar suni olarak yaratılırsa ne olur? Mesela güven duyup seçtiğimiz yöneticiler bize derlerse ki “ülkemiz tehlike altında, savunmamız gerekli” bu etki bizde kendimizi savunma dürtüsünü harekete geçirir... Ya da sevdiğimiz bir şair derse ki “madem ki çok seviyorsun, teslim olacaksın aşka” bu etki de bizim sevdiğimiz kişinin varlığına koşulsuz teslim olma dürtümüzü harekete geçirir... Okuduğumuz gazete “ülkede her şey yolunda”, izlediğimiz televizyon dizileri “bakın jipe binip ağalık yapıyoruz, aslında köy yaşamı iyidir” derse ya da “bakın sevgililerimiz 180 cm boyunda ve çok güzeller memeleri var” derse, reklamlar “alın bu ürünü hayatınız değişecek” derse, öğretmenimiz “bunları doğru bunlar yanlış” derse ve bu örnekleri yüz binlerle çoğaltmak aslında mümkünse? Yine de “ben böyle düşünüyorum” dediğimizde aslında kendimizden söz etmiş olur muyuz? Biz gerçekten artık o muyuz?
Biraz ütopik gibi görünen ama aslında pozitif olarak ispatlanmış bilimsel bir örnek verelim şimdi.... Zamanda yolculuk edebildiğimize inanır mısınız? Ortalama 60-70 yıl olan insan ömründe yüzlerce yıl öncesine gidebilme şansını doğa bize vermiş midir dersiniz? Ya da sonrasına?
Gecemizi aydınlatan ve hatta bazen romantik bir ana tanıklık eden yıldızların bazıları bizden yüzlerce ışık yılı ötede... Işığına tanıklık ettiğimiz, varlığını gözlerimizle gördüğümüz yıldızın aslında yüzlerce yıl önceki anına tanıklık etmiş oluyoruz. Belki o yıldız aslında artık orada değil, belki çoktan kayıp gitti bir bilinmezin peşine takılıp... Belki çocukken attığımız bir çığlığın tınısı bizden yüzlerce kilometre ötede kimsenin duyamayacağı bir çocuk telaşında koşturuyor...
Önümüze sunulan hazır bilgiyi kolayımıza geldiği için çabucak kabullenmek ve yaşamımıza geçirmek bizi köreltir ve çobansız yaşayamaz hale getirir. Bizi sisteme bağımlı yapar... Oysa her insan biriciktir, tümüyle özgün ve orijinaldir. Kötü koşullanmalar nedeniyle deforme olur kendimizden uzaklaşırız zamanla...
Tecrübe seçimlerimizin sonucudur ve her insan kendi özgün varlığını korumak ve sürdürmekle yükümlüdür... Aksi halde kendi yaşamımızı başkaları için tüketmiş oluruz ki doğa bu acı gerçekle bizi mutlaka hayatımızın bir döneminde yüzleştirir. Önemli olan iş işten geçmeden, zaten sınırlı bir zaman dilimini kapsayan ömrümüzü orijinal ve özgün yaşamaktır... Bu gerçeği ne kadar erken keşfedersek hayat o kadar sunulmuş bir armağandır bizim için. Fotoğrafın arka yüzüne bakmak gerekliliği bunun ilk adımıdır. Sorgulayan, farklı bakış açıları geliştirip seçeneklerin içinden kendisine en uygun olanını seçip karar veren insan özgürdür... Bunun aksi tutsaklığın diğer karşılığıdır.
Her insan özgür ve onurlu bir yaşamı doğuştan hak eder, bu insanın hiçbir karşılık vermeden sahip olduğu kutsal yaşam hakkıdır... Hakkınıza sahip çıkmanız, onurlu ve özgür bir yaşam sürmeniz dileğiyle...