0
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
24
Okunma
Rüzgâr, kadim vadilerin arasından süzülen
hafif bir serabî esinti gibi dokunur gecenin tenine.
Dağlar, zamana meydan okuyan o mütenazır duruşlarıyla
sanki unutulmuş bir destanın
suskun muhafızlarıdır.
Toprak, içindeki cevheri saklayan bir remiz taşır;
her çiçek, karanlıktan doğan bir tezahür,
bir hülya kırıntısı gibidir.
Kökler, yerin altında birbirine dokunan
deruni fısıltılarla konuşur,
sadece gönlü arınmış olana duyurur sırlarını.
Gökyüzü, maviliğini insanın ruhundan çalan
uhrevî bir aynadır aslında;
bakmasını bilen için sonsuzluk,
sessiz bir tefekkür hâline gelir.
Bir kuş havalanır…
kanadında lâtif bir titreyiş,
dünyanın kalbine işleyen ince bir çağrı gibi.
Irmak, taşların arasından kıvrıla kıvrıla
asude bir ilahi mırıldanır,
sanki zamanın kendisi ona boyun eğmiştir.
Ve bir yaprak düşer…
o düşüşte bile bir inhitat değil,
usulca gerçekleşen bir yeniden doğuşun
mahcup habercisi vardır.
Ey doğa…
Sen yalnızca görülen değilsin,
ruha sızan nev’i şahsına münhasır bir mucizesin.
İnsanın içsel yaralarını mülayim bir dokunuşla sararsın;
çünkü sen,
kâinatın en eski sözcüğü,
en derin sükûneti
ve en berrak hakikatisin.
5.0
100% (2)