2
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
101
Okunma
Sınır Tanımaz
Sevdanın İzleri
Çöl, Mecnun’un kalbini ezberledi.
Artık sadece bir kum yığını değil,
Leyla’nın nefesiyle titreyen
sonsuz bir yatak’tı, bir ruh mekanı.
Her iz, bir hatıra.
Her serap,
Leyla’nın gülen yüzü.
O, artık dünyadan el çekmiş,
yalnızlığın kudretiyle sarhoştu.
Ağzında kuruluk değil, hasretin acı suyu.
Ceylanlar ürkmezdi ondan,
çünkü Mecnun’un gözlerinde
avcının hırsı değil,
kayıp bir dostun kederi vardı.
Geceler, onunla konuşurdu:
Ay, Leyla’nın alnıydı.
Yıldızlar, onun dağılmış saçları.
Ve rüzgâr, daima Leyla’dan gelen bir fısıltı:
"Dayan...
Dayan Kays...
Vuslat, tenlerde değil,
bu sonsuz ruhun birliğinde."
Oturur, toprağa Leyla’nın adını yazardı.
Sonra bir fırtına gelir, silerdi.
Ama Mecnun bilirdi:
Silinen yazı, kalpte kazılı kalan ilahî bir nakış’tı.
O, Leyla’yı aramadı,
Leyla oldu.
Şehir, Leyla’yı esir aldı.
İpekler, inciler, altınlar...
Her biri bir pranga.
Gürültü, kalabalık, sahte gülücükler...
Bunlar, onun içindeki sessizliği boğamazdı.
Dışarıdan bakılınca, kusursuz bir gelin,
soylu bir eşin gölgesi.
İçeriden bakılınca,
alev almış bir mektup.
Sadece Mecnun’a yazılmış,
okunmayı bekleyen bir yanık hasret.
Kocası... İyiydi, nazikti belki de.
Ama Leyla’nın ruhu, onu göremezdi.
Gözleri hep başka bir surete,
kulakları hep başka bir sese adanmıştı.
Sarayın bahçesinde açan her gül,
Mecnun’un çöldeki dikenini hatırlatırdı.
Konuşmazdı çok.
Konuşsa, kelimeler ihanet ederdi.
Çünkü onun dili, Mecnun’un bildiği dildi:
Sükûtun dili, hasretin alfabesi.
Bazen, herkes uyurken,
yorganı yüzüne çeker, sessizce ağlardı.
O gözyaşları,
çölün en derin kuyusundan daha tuzluydu.
Çünkü Mecnun çölü seçmişti,
ama o, seçilmişti bu hapse.
"Ah Mecnun...
Keşke bu zenginlik değil,
senin yanındaki bir avuç kum olsaydı nasibim.
O kum, bu ipekten daha kutsaldı."
Leyla, bedenini teslim etti.
Ama ruhunu çölden asla geri çağırmadı.
O da Mecnun gibi,
varlığıyla yok oldu.
5.0
100% (5)