Sabahın ilk ışıkları, Filistin toprağının üzerine ince bir pus gibi yayılmıştı. Ufukta yükselen sessizlik, savaşın soluk alışı gibiydi. Gökyüzü henüz kan rengini almamışken, üç siluet gölgelerin arasından ilerliyordu. Mustafa, elindeki haritayı katlayıp cebine koydu. Yanında iki can yoldaşı vardı: Yunus ve Selçuk. Onlarla omuz omuza nice göreve çıkmış, nice kez ölümle göz göze gelmişti. Her biri bir diğerinin nefesini hissedecek kadar yakın, ama kaderin çizgisi kadar uzaktı. O sabah, Kudüs’ün kuzeyinde, harabe bir binanın içine sızmaları gerekiyordu. İçeride gizli bir haberleşme hattı kurulmuştu; düşman, kutsal şehri susturmak için sesleri kontrol altına almak istiyordu. Mustafa sessizce işaret etti, Yunus sağdan, Selçuk soldan dolandı. Bir an... Gökyüzü titredi. Ve mermi sesleri, sabahın sessizliğini deldi. Yunus bir duvarın arkasına atladı, Selçuk karşı ateşi bastı. Mustafa yere çöktü, tetiği çektiğinde kalbinden bir damla ter süzülüyordu. Üç dakika sürdü çatışma. Üç dakika… ama ömürlük bir hatıraydı. Son mermi sustuğunda, Filistin yine suskun kaldı. Mustafa göğe baktı: “Bu toprak uğruna ölmek kolay,” dedi. “Zor olan, dönüp yaşamak.” Aylar sonra Türkiye’ye döndüklerinde, kimse onların hikâyesini duymadı. Gazetelerde tek satır yoktu. Kahramanlıkları bir raporun satır aralarında kaybolmuştu. Bir gece, Mustafa karargâha çağrıldı. Odada bir yüzbaşı vardı; bakışları soğuktu. “Mustafa,” dedi. “Hakkında soruşturma açıldı. Bilgilerin dışarı sızdırıldığı iddia ediliyor.” Mustafa başını kaldırdı. “Ne diyorsun sen? Ben orada kardeşimi toprağa gömdüm.” Yüzbaşı gözlerini kaçırdı. “Emir böyle.” O gece, Mustafa bir kere daha vurulmuştu — ama bu kez kurşunla değil. Bir hafta sonra görevden alındı. Ve artık hiçbir sancak onun elinde dalgalanmadı. Yunus taşraya döndü, bir daha kimse ondan haber alamadı. Selçuk ise sessizce çekildi, gözleri dolu bir vedayla “Bu ülke bizi unutur, ama biz onu unutamayız,” dedi. Mustafa yalnız kaldı. Yıllarca vatanı koruyan adam, kendi vatanında yabancıydı artık. Ne rütbesi kalmıştı, ne adı. Bir tek inancı kalmıştı; o da her şeye rağmen, içinde diri duran bir sevda. O sevdanın adı Şüheda’ydı. Onu bir akşamüstü görmüştü. Gözlerinde hem huzur, hem bilinmez bir sızı vardı. O an, savaş meydanlarının tüm uğultusu sustu. Mustafa, ilk kez kalbini bir hedefin değil, bir insanın yönüne çevirdi. Ama Şüheda, onu hiç tanımadı. Ya da tanıdığını sandı. Mustafa’yı “geçmişin gölgesine takılı kalmış bir adam” sanıyordu. Zamanın geçkinlerinden biri… Bir aşkın etrafında dönen, sıradan biri... Oysa Mustafa, içinde Filistin kadar yanık bir yangın taşıyordu. Hiçbir zaman anlatmadı ona. Ne gece baskınlarını, ne kaybettiklerini, ne ihaneti… Ne de, görevden nasıl alındığını. Çünkü anlatmak, yeniden yanmaktı. Ve o, artık kül olmuş bir kalple yaşıyordu. Şüheda bazen gözlerinin içine bakar, sonra susardı. Sanki içinde bir his varmış da adını koyamazmış gibi. Ama o his, yanlış bir zamana doğmuştu. Mustafa bunu bilirdi. Ve bu yüzden hep sustu. Kendini anlatmadı. Geçmişinden söz etmedi. Çünkü biliyordu: Bazı hakikatler, söylenirse küçülür. Bazı aşklar, söylenmezse büyür. Ve Mustafa, o aşkı büyütmeyi seçti. Geceleri, rüzgârın uğultusuna karışan bir dua ederdi: “Bilse ki, onu vatan kadar çok seviyorum... Susmazdım. Ama sevda, sessizliğin en asil hâlidir.” Sabah olduğunda, sokaklar yine kalabalıktı. Ama o kalabalıkta bir tek yüzü arardı. Bir anlık bakış, bir saniyelik tebessüm... Hepsi bir ömürlük hatıraydı onun için. Yıllar geçti. Mustafa artık ne askerdi ne sivil. Bir arada, hiçbir yere ait olmayan bir ruhtu. Filistin hâlâ kalbindeydi, ama Şüheda o kalbin içinde bambaşka bir sancaktı. Bir gece günlüğüne şöyle yazdı: “Ben görevden değil, gönülden alındım. Onlar beni susturdu ama ben susarken de sevdim. Bilseydi, anlardı… Ben onu Filistin kadar çok sevdim.” O satırları yazarken bir kandil yanıyordu masasında. Alevi titriyordu, tıpkı onun kalbi gibi. Dışarıda sessizlik vardı, ama içinde hâlâ mermi sesleri yankılanıyordu. Belki bir gün, biri o defteri bulur, adını okurdu. Belki o zaman, Şüheda anlardı. Ama o gün gelmedi. Ve Mustafa’nın hikâyesi, bir asker günlüğünün kapağında mühürlü kaldı. İşte böyle bitti “Kırık Sancak”. Bir adamın vatanla aşk arasında ezilen hikâyesi. Bir kadının hiç bilmediği bir adanmışlık. Ve üç kardeşin –Mustafa, Yunus, Selçuk– sessiz bir savaştan sağ çıkıp, barışta kayboluşu.
– Sürgün Günleri Gökyüzü kapalıydı o sabah. Şehrin üzerinde bir sis perdesi dolaşıyordu; tıpkı Mustafa’nın içi gibi. Elinde küçük bir çanta, istasyonun demir kapısından ağır adımlarla çıktı. Yıllarını verdiği üniforma artık yoktu. Onun yerinde, gri bir palto, sessiz bir adam ve ardında bırakılmış bir geçmiş vardı. Tren hareket ederken, pencereden son kez baktı şehre. “Burada beni kimse özlemeyecek,” dedi içinden. “Belki sadece ben, olduğum adamı özleyeceğim.” Yolculuk uzun sürdü. Her istasyonda bir anı indi, bir pişmanlık bindi. Kendini bir kasabada buldu sonunda; ne haritada adı geçiyordu ne de anılarda. Orada kimse onu tanımıyordu — bu, hem acıydı hem huzur. Bir ev tuttu, köhne bir yerdi. Bir duvar saati, bir masa, bir sandalye, bir de sessizlik. Geceleri duvarlara yansıyan gölgesiyle konuşurdu. Bir zamanlar emir verdiği adamlardan geriye sadece yankılar kalmıştı. Aylar sonra bir akşam, posta kutusunda ince bir zarf buldu. Zarfın üzerinde hiçbir isim yoktu, sadece kısa bir not: “Bazen bazı insanlar, gitmese de yok olur.” Mustafa zarfı elinde uzun süre tuttu. Bu yazıyı tanıyordu. Kalemin ucundaki incelik, Şüheda’nın eline aitti. Gözlerini kapattı. Kalbi göğsünden dışarı taşacak gibiydi. Oysa ne arkasından bir söz söylemişti, ne bir açıklama yapmıştı. Sessiz gitmişti. Ama belli ki, suskunluğu bir yerlerde yankı bulmuştu. Şüheda için bu bir meraktı belki. Ama Mustafa için bir mucizeydi. Yıllardır içinden taşan duygunun, bir harf kadar yankı bulması bile yeterdi. Yine de cevap yazmadı. Kalemini aldı, kâğıdı önüne koydu, ama parmakları titredi. “Ne yazsam eksik kalacak,” dedi kendi kendine. “Çünkü benim kelimelerim savaşta kaldı.” Kâğıdı buruşturup sobaya attı. Yanan kâğıttan yükselen dumanı izlerken mırıldandı: “Sevda da bazen bir yangındır… Söndürülmez, içinde yaşanır.” Zaman ağır akmaya başladı. Her sabah aynı sokaktan geçiyor, aynı kahveye oturuyor, aynı insanları görüyordu. Ama o, hiçbirinin içinde değildi. Bir akşam kahvenin camından dışarı bakarken, uzaktan geçen bir kadının adımlarında tanıdık bir ritim hissetti. Bir anlığına kalbi hızlandı. Ama kadın yaklaştığında, Şüheda değildi. Yine de Mustafa o an fark etti: Birini unutmak, onu görmemekle olmuyordu. Çünkü her yüz, her bakış, her sessizlik, bir şekilde ona benziyordu. Kış geldi. Kar yağarken pencereden dışarı baktı. Her kar tanesi, bir geçmişin beyaz kefeni gibiydi. İçinde saklı acılar, umutlar, pişmanlıklar… hepsi karın altında sessizce uyuyordu. Bir gece defterine yazdı: “Ben ölmedim, sadece görev yerim değişti. Artık nöbetim içimde.” Bir yıl böyle geçti. Kasabanın insanları onu yavaş yavaş tanıdı. Kimi “eski asker” dedi, kimi “dalgın adam.” Kimse onun içindeki Filistin’i, kaybettiği kardeşleri, suskun aşkını bilmedi. Ta ki bir gün, köy meydanında bir çocuğun elinde gördüğü fotoğrafa kadar. Fotoğraf, eski bir gazete kupuruydu. Başlıkta şu yazıyordu: “Filistin’de üç kahraman: Yunus, Selçuk ve kimliği açıklanmayan subay.” Çocuğun elindeki gazete kâğıdını aldı. Gözleri Yunus’un gülümsemesine takıldı, sonra Selçuk’un kararlı bakışına. Kendi adı yoktu ama o yokluk, en büyük gururdu. Bir damla yaş süzüldü yanaklarından. “Adımı bilmesinler,” dedi. “Yeter ki o topraklar bilsin.” O gece rüzgârla birlikte bir dua yükseldi pencereden: “Rabbim… Beni unutanlara değil, beni bilmeden sevenlere yaz kaderimi.” Ve bir kez daha anladı: Şüheda’nın bilmemesi, aslında bir rahmetti. Çünkü bazı sevdalar anlatılmamalıydı. Bazı gerçekler, gizli kalınca kutsallaşırdı. Günün birinde, posta kutusuna yeniden bir zarf geldi. Yine isim yoktu. Bu kez sadece tek bir cümle yazılıydı: “Gözlerindeki o sükût, yıllar sonra bile beni ürkütüyor.” Mustafa gülümsedi. Artık hiçbir şey yazmaya gerek yoktu. Çünkü bazı hikâyeler, bir cümleyle tamamlanır. Ve bazı insanlar, bir harfle yaşar, bir harfle ölür. Kasabanın üzerine gün batarken, Mustafa kapının önünde durdu. Gökyüzü, Filistin’in akşamlarını hatırlatıyordu. Rüzgârın uğultusunda kardeşlerinin sesini duydu; Yunus’un kahkahası, Selçuk’un “Hazır mısınız?” diyen sesi. Gözlerini kapadı, başını eğdi. Bir asker gibi değil, bir âşık gibi. Ve fısıldadı: “Ben, bir zamanlar vatan için yaşadım… Şimdi bir kadın için sessizce ölüyorum.”
– Küller Arasında Dönüş Yıllar geçmişti. Zaman, Mustafa’nın saçlarına griyi, kalbine sükûtu işlemişti. Kasabanın sessizliğinde ne kadar gizlense de, şehir onu bir şekilde geri çağırmıştı. Bir sabah uyandığında, içindeki ses “Dön,” dedi. “Bir hikâye, anlatılmadan tamamlanmaz.” Trene bindi. Rayların üzerinde ilerleyen demir yığın, sanki onu değil, geçmişini taşıyordu. Her titreşim, her uğultu, bir hatırayı sarsıyor, bir vicdanı uyandırıyordu. Gözlerini pencereden dışarı çevirdi. Karşısında akan topraklar, bir ülkenin değil; bir insanın hikâyesiydi. “Vatan,” diye mırıldandı. “Toprak değil, hatırlayan kalplerle yaşar.” Şehre vardığında, tanıdık hiçbir şey kalmamıştı. Binalar değişmiş, sokaklar yabancılaşmıştı. Ama bazı bakışlar hiç değişmiyordu. O bakışlardan birini görmek için dönmüştü zaten. Bir akşamüstü, eski görev mahallinin önünden geçerken, adımlarını yavaşlattı. Güvenlik kulübesi hâlâ oradaydı. Küçük, sade, ama onun için bir ömrün sembolüydü. Orada ilk kez Şüheda’yı görmüştü. Ve orada ilk kez, savaş dışındaki bir cephede vurulmuştu. Camdan içeri baktı; yerinde başka bir görevli vardı. Ama o an, kulübenin içine kendi yansıması düştü — yıllar önceki haliyle. Bir anlığına zaman çözüldü, Ve geçmişle şimdiki an birbirine karıştı. Akşam karanlığı çökerken şehrin ışıkları yanmaya başladı. Mustafa, kalabalığın arasına karıştı. Yüzler değişmişti ama şehir hâlâ aynı kokuyordu. Bir ara bir vitrin önünde durdu. Yansımasında kendini değil, Şüheda’yı gördü. Yanından geçiyordu, hiç fark etmeden. Bir anlık o eski refleksle adım attı ama sonra durdu. “Hayır,” dedi içinden. “Artık zamanı değil.” Oysa kalbi, tüm kuralların dışına taşmıştı. Kendine söz vermişti yıllar önce: Bir daha onun huzuruna geçmişin gölgesiyle çıkmayacaktı. Ama kader, sözü olanı değil, sınavı olanı seçerdi. Ertesi gün, tesadüf dedikleri şey gerçekleşti. Bir yardım kuruluşunun etkinliğinde, o salonun kapısında yeniden karşılaştılar. Şüheda’nın yüzü değişmişti. Artık gençliğin ışığı değil, olgunluğun hüznü vardı bakışlarında. Bir an birbirlerine baktılar. Yıllar, o bakışta iki kelimeye sığdı: “Sen miydin?” Mustafa başını eğdi, sessizce gülümsedi. Şüheda konuşmaya çalıştı ama ses çıkmadı. Sadece “Yıllar...” diyebildi. Mustafa yanıt vermedi. Konuşsa, o kadar yılın sessizliği yıkılacaktı. Ve o yıkıntının altında kalmak istemiyordu. Etkinlik bittikten sonra dışarıda bir yağmur başladı. İkisi de kalabalığın içinde ama birbirine yakın yürüdüler. Bir an, bir binanın saçak altında göz göze geldiler. Şüheda fısıldadı: “Sen sustukça ben yanlış tanıdım seni.” Mustafa başını kaldırdı. “Ben anlatsam da inanmazdın,” dedi. “Çünkü benim hikâyem, görünmeyen yerlerde yazıldı.” Yağmur damlaları yüzlerine vuruyordu. Şüheda’nın gözleri doldu. “Ben seni hiç anlamamışım.” Mustafa hafifçe gülümsedi. “Zaten benim görevim anlatılmak değil, saklanmaktı,” dedi. Ve sessizce oradan ayrıldı. O gece, şehirde uzun süre yürüdü. Adımlarının sesi kaldırımlarda yankılanıyor, geçmişin gölgesi peşinden geliyordu. Bir köprüye geldiğinde durdu, yağmur suyunun nehre karışışını izledi. “İnsan da bazen geçmişine böyle karışıyor,” dedi. “Bir daha ayrılmadan.” Cebinden küçük bir kâğıt çıkardı. Yıllar önce kasabada yaktığı o mektubun bir kopyasıydı. Okudu, sonra nehre bıraktı. Kâğıt suyun üstünde dönerken, bir dua mırıldandı: “Rabbim… Beni tanıyanlardan değil, beni anlayanlardan eyle.” Ertesi sabah şehrin kenar mahallesinde küçük bir dükkân kiraladı. Artık yeni bir hayat kurmaya karar vermişti. Ne rütbe, ne üniforma, ne mazideki sancılar… Sadece sade bir adam, sessiz bir hayat. Bazen kapıdan içeri biri girerdi, Şüheda sanırdı. Ama her seferinde, o hissin gerçek olmadığını bilirdi. Yine de gülümserdi — çünkü artık acıyı da huzuru da aynı sessizlikte bulmuştu. Yıllar sonra, bir sabah posta kutusuna bir zarf bırakıldı. Üzerinde tanıdık bir yazı vardı. Bu kez Şüheda’nın imzası da… “Beni yanlış tanıdığın kadar çok sevmişsin, Ama ben seni geç tanıdığım kadar geç özleyeceğim.” Mustafa kâğıdı elinde uzun süre tuttu. Sonra gülümsedi. Çünkü o cümle, yıllardır beklediği vedaydı. Ne bir açıklamaya, ne bir affa ihtiyacı kalmıştı artık. Köşedeki sandalyeye oturdu, gözlerini kapadı. Bir Filistin sabahını, Yunus’un kahkahasını, Selçuk’un son selamını düşündü. Ve kendi kendine fısıldadı: “Bazı savaşlar kazanılmaz… Çünkü onların görevi, insanı olgunlaştırmaktır.”
– Gölgenin İçinden Yıllar geçti. Artık kimse Filistin’den, o dar sokaklardan, o gecenin yankılarından bahsetmiyordu. Resmî raporlarda isimler silindi, kahramanlıklar “protokol dışı” sayıldı, hatıralar tozlu klasörlerde unutuldu. Ama bazı şeyler unutulmazdı: bir bakış, bir ses, bir yara gibi. Mustafa, her sabah güneş doğarken aynı köşede dururdu. Elinde termos, sırtında eskimiş bir mont, etrafında sessizliği delen tek şey nöbet kulübesinin metal kapısına çarpan rüzgârın sesi. Bir zamanlar Filistin’in topraklarında yankılanan adımlar, şimdi bu beton zeminde yankılanmıyordu artık. Ayak sesleri bile yorgundu. Yunus ve Selçuk… İsimleri hâlâ dudaklarının kenarında bir dua gibi dolanırdı. Birini Şeria kıyısında kaybetmişti, ötekini geri dönüş yolunda. Oysa her şey bitince, beklediği bir teşekkür, bir selam bile gelmemişti. Onun yerine suçlamalar, sorgular, sessiz cezalar… Ve sonra, bir bekçi kulübesi. Ama asıl ceza ne görevden alınmak, ne yalnızlık, ne de yoksunluktu. Asıl ceza, Şüheda’nın onu yanlış anlamasıydı. Ona kendini hiç anlatmamıştı. Ne geçmişini, ne görevlerini, ne de taşıdığı yükü. Kadın, onu sıradan bir adam sanmıştı; duygularını gizlemeye çalışan, basit bir aşkın peşinde koşan biri… Oysa o, onu vatan kadar çok seviyordu. Onun adı her dua arasına sıkışmış bir sırdı. Bazen geceleri, nöbetin sessiz saatlerinde elini kalbine koyar, uzaklara bakardı. O gözlerdeki pırıltıyı hatırlardı. O pırıltı, belki de bir zamanlar onu diri tutan tek şeydi. Ama artık, geçmişin sesi sadece rüzgârla konuşuyordu. Bir gece, rüzgâr daha sert esti. Sanki serhadin öbür ucundan esen o eski rüzgârdı. Ve Mustafa, başını gökyüzüne kaldırıp mırıldandı; dudaklarından kendi dizeleri döküldü. Bu kez şiir, bir yakarış değil, bir itiraf gibiydi.
Akan kanın kokusu çıkmadan ellerimden daha, Arnavutluk, Somali, Sudan ve Libya, O bensem bu küçük kulübedeki bekçi kim ya?
Bir vakit coşar idi dalga dalga ordular, Şimdi sessizliğe mahkûm geceler, uykular. Kendi gölgemle bile hesap sorar gibiyim, O bensem bu küçük kulübedeki bekçi kim ya?
Kükreyen sancaklarla yürüdüm ufuklara, Kızıl izler bıraktım geçerken hudutlara. Şimdi teslîm-i kalb vurur sorar yine, O bensem bu küçük kulübedeki bekçi kim ya?
Gözlerimde eski ateş hâlâ titrer gecede, Duvarlar fısıldar geçmişin sessiz izinde. Yalnızlığın gölgesi sarar bütün boş odaları, O bensem bu küçük kulübedeki bekçi kim ya?
Serhadin rüzgârı eser hâlâ saçlarımda, Kalbimde saklı alem-i sancaklar hatıralarda. Her adımım yankılanır gecenin derinliğinde, O bensem bu küçük kulübedeki bekçi kim ya?
Rüzgâr sustuğunda, Mustafa başını eğdi. Bir damla yaş, elindeki paslı telsize düştü. Uzaklarda bir siren sesi çaldı; şehir uyanıyordu. Ama o, artık başka bir zamandaydı. Kendisini unutan dünyanın içinde, sadece o soruyu tekrarlıyordu: “O bensem… bu küçük kulübedeki bekçi kim ya?”
– Sessiz Fısıltılar Mustafa, kasabanın sokaklarında yürürken her köşe başında Şüheda’yı arar gibi bakıyordu. Her insanın yüzünde onun gözlerini arar, her gülüşte bir parça onun tebessümünü hissetmeye çalışırdı. Bir akşam, kasabanın eski bir kahvesinde otururken pencere kenarına oturmuş bir kadın dikkatini çekti. Saçları hafif rüzgârda savruluyor, gözlerinde tanıdık bir hüznün izleri vardı. Kalbi bir anlığına durdu; ama kadının yüzü Şüheda değildi. Yine de Mustafa, o anda fark etti: Şüheda’nın varlığı artık her bakışta, her sessizlikte yaşamaktaydı. O gece defterini açtı ve yazdı: “Seni görmesem de, her adımımda seninle yürüyen bir gölge var içimde. Seni duymasam da, her sessizlik senin fısıltını taşır kulağıma. Ve ben hâlâ, sessizce seni bekliyorum.” Bölüm V – Bir Mektubun Sessizliği Günlerden bir gün posta kutusunda bir zarf buldu. Üzerinde sadece bir isim vardı: Şüheda. İçinde kısa bir cümleydi: “Sen susarken bile, gözlerin her şeyi anlatıyordu.” Mustafa, mektubu okuduğunda gözlerini kapadı. Yılların birikmiş sessizliği, bir cümlede toplanmıştı. Defterini açtı ve yazdı: “Senin bilmediğin, içimdeki bu yangın. Ama bil ki, senin varlığınla her acı, her sessizlik bir nebze hafifliyor.” O günden sonra, kasabanın sokaklarında yürürken, her adımını Şüheda’nın hayaliyle bir ritme oturtuyordu. Her rüzgâr esişi, her akşam güneşin batışı, onunla konuşmak için bir fırsattı sanki… Bölüm VI – Göz Göze Geldiğinde Bir gün kasabanın pazarında, kalabalığın içinde Şüheda’yı gördü. Kalbi bir anlığına durdu. Göz göze geldiler, ama birbirlerine yaklaşamadılar. Şüheda’nın bakışlarında hem tanımanın şaşkınlığı, hem de yılların biriktirdiği bir özlem vardı. Mustafa içinden mırıldandı: “Konuşursak, yılların sessizliği bozulur. Ama susmak da bir tür sevda. Ve ben seni, bu sessizlik içinde daha çok sevdim.” Şüheda, hafifçe gülümsedi. O gülümseme, Mustafa’nın yıllarca beklediği sessiz cevaptı. İkisi de konuşmadı. Çünkü bazen kelimeler değil, bakışlar anlatır en derin hisleri.
Sessiz Yolculuklar Mustafa, kasabada kurduğu sakin hayatın içinde bile Şüheda’yı arar gibi yürüyordu. Her sokak köşesinde, her yüz ifadesinde onu görmeye çalışıyor, her sesin arkasında onun fısıltısını duyuyordu. Bir akşam, kasabanın eski kahvesinde pencere kenarına oturmuş bir kadın dikkatini çekti. Saçları hafif rüzgârda savruluyor, gözlerinde tanıdık bir hüznün izleri vardı. Kalbi bir anlığına durdu; ama kadının yüzü Şüheda değildi. Yine de Mustafa fark etti: Şüheda, artık her bakışta, her sessizlikte yaşamaktaydı. O gece defterini açtı ve yazdı: “Seni görmesem de, her adımımda seninle yürüyen bir gölge var içimde. Seni duymasam da, her sessizlik senin fısıltını taşır kulağıma. Ve ben hâlâ, sessizce seni bekliyorum.” Bölüm V – Mektupların Sessizliği Günlerden bir gün posta kutusunda bir zarf buldu. Üzerinde sadece bir isim vardı: Şüheda. İçinde kısa bir cümle: “Sen susarken bile, gözlerin her şeyi anlatıyordu.” Mustafa gözlerini kapadı. Yılların birikmiş sessizliği, bir cümlede toplanmıştı. Defterini açtı ve yazdı: “Senin bilmediğin, içimdeki bu yangın. Ama bil ki, senin varlığınla her acı, her sessizlik bir nebze hafifliyor.” O günden sonra kasabanın sokaklarında yürürken her adımını Şüheda’nın hayaliyle bir ritme oturtuyordu. Her rüzgâr esişi, her akşam güneşin batışı, onunla konuşmak için bir fırsattı sanki… Bölüm VI – Göz Göze Geldiklerinde Bir gün, Pazar kalabalığında Şüheda’yı gördü. Kalbi bir anlığına durdu. Göz göze geldiler, ama birbirlerine yaklaşamadılar. Şüheda’nın bakışlarında hem tanımanın şaşkınlığı, hem de yılların biriktirdiği bir özlem vardı. Mustafa içinden mırıldandı: “Konuşursak, yılların sessizliği bozulur. Ama susmak da bir tür sevda. Ve ben seni, bu sessizlik içinde daha çok sevdim.” Şüheda, hafifçe gülümsedi. O gülümseme, Mustafa’nın yıllarca beklediği sessiz cevaptı. İkisi de konuşmadı. Kelimelere gerek yoktu; bakışları en derin hisleri anlatıyordu. Bölüm VII – Geçmişin Fısıltıları Haftalar geçti, ama içlerindeki sessiz özlem büyüyordu. Şüheda, Mustafa’yı düşündüğünde kalbi hızlanıyor, ama yanında konuşacak cesaretini bulamıyordu. Mustafa ise her adımında onun varlığını hissetmesine rağmen, geçmişin yükünü Şüheda’ya taşımamak için sessiz kalıyordu. Bir akşam, kasabanın sahilinde rüzgârla yürürlerken yolları kesişti. Sessizce yan yana yürümeye başladılar. Şüheda, sonunda fısıldadı: “Yıllar… seni hep yanlış tanıdım.” Mustafa başını çevirdi, gözlerinin içine baktı: “Ben de… hep seni uzaktan sevdim. Sessizce, kalbimde.” O an, rüzgâr bile durdu sanki. Geçmişin tüm gölgeleri, acıları ve sessizlikleri yerini bir umut ışığına bıraktı.
– Kavuşma Ertesi gün, kasabanın eski meydanında buluştular. Şüheda, elini uzattı. Mustafa tereddüt etmeden tuttu. Göz göze geldiklerinde yılların hasreti bir anda çözülmüş gibi hissettiler. Konuşmadan önce, Mustafa sessizce dedi: “Beni hiç bilmeden sevdin. Ben seni sessizce bekledim.” Şüheda, gözlerinden bir damla yaş süzülerek gülümsedi: “Ve şimdi… her şeyi biliyor, ama artık hiçbir şeyin önemi yok. Çünkü sen yanımdasın.” O an, geçmişin acıları ve sessizlikler bir anda yok oldu. Filistin’in rüzgârı, kasabanın sessiz sokaklarına taşındı; Yıllar süren bekleyişin ardından, Mustafa ve Şüheda nihayet kavuştu.
Kasabanın eski meydanı, akşam güneşinin kızıl ışıklarıyla yıkanmıştı. Sokak taşları ıslaktı; önceki gün yağan yağmur, adeta geçmişin tüm acılarını silmişti. Rüzgâr hafifçe esiyor, eski çınarların dallarını hafifçe sallıyordu. Her adımda taşlar, yavaş bir ritimle Mustafa’nın kalbini yankılıyordu. Şüheda, meydanın öbür ucunda belirdi. Saçları rüzgârla savruluyor, gözlerinde yılların biriktirdiği hüznün ışığı vardı. Kalbi bir anlığına durdu; zaman durmuş gibiydi. Sokaklar sessizdi; rüzgârın uğultusu, yılların suskun fısıltısını taşıyordu. Mustafa, yavaş adımlarla yürüdü. Her adımı, geçmişin gölgelerini geride bırakıyor, her nefesi Şüheda’ya ulaşan bir dua gibi yükseliyordu. Şüheda da ona doğru yürüyordu. Göz göze geldiklerinde, yılların sessizliği tek bir bakışla çözüldü. Rüzgâr durdu; yağmur damlaları, gökyüzünden yere düşen ince bir perde gibi yavaşladı. Mustafa, ellerini uzattı. Şüheda tereddüt etmedi; elleri, yılların özlemiyle buluştu. Kalpleri birbirine değdiğinde, geçmişin tüm yaraları bir anda silindi. Mustafa hafifçe fısıldadı: “Beni hiç bilmeden sevdin… Ben seni sessizce bekledim.” Şüheda gözlerindeki yaşlarla gülümsedi: “Ve şimdi… her şeyi biliyor, ama artık hiçbir şeyin önemi yok. Çünkü sen yanımdasın.” Meydanın taşları, rüzgâr, çınar ağaçları, yağmurun sakin sesi; hepsi bir anda onların kavuşmasının sessiz tanıkları olmuştu. Mustafa ve Şüheda, artık geçmişin gölgesinde değil, kendi ışıklarında yürüyordu. Kalplerini birbirine bıraktıkları o an, yılların özlemi bir nefes gibi dağıldı. Filistin’in rüzgârı, kasabanın sessiz sokaklarına taşındı; Yıllar süren bekleyişin ardından, Mustafa ve Şüheda nihayet kavuştu. Ve Mustafa, sessizce kendi defterine yazdı: “Bazı savaşlar kazanılmaz… Ama bazı sevdalar, sessizlik içinde en derin zaferi bulur.” Güneş ufukta kaybolurken, kasaba ışıklarla doldu; Ama o ışıklar, sadece bir aşkın sonsuzluğunu yansıtıyordu.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.