Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
İÇİMDEKİ DEFİNE GİZEMİNE YOLCULUK ROMAN Hüseyin TURHAL
Bu, sadece bir macera romanı değil, aynı zamanda rutinin zincirlerini kırma cesaretini gösteren her birimizin hikayesidir. Pusulanın iğnesinin titremesiyle başlayan bu yolculukta, okuyucu, Eren ile bi...
9. Bölüm

DEFİNECİ DAYI

17 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
DEFİNECİ DAYI
ROMAN
Yazar: Hüseyin TURHAL
İÇİNDEKİLER
Önsöz (Yazar Notu)
BÖLÜM 1: YOKSUL TOPRAKLAR VE BOŞ HAYALLER
BÖLÜM 2: DÖNÜŞÜMÜN RÜZGÂRI VE ARKEOLOG ŞEREF
BÖLÜM 3: TEKTEKÇİLİK VE ROMA SEZARININ ALTINI
BÖLÜM 4: MAKİNE VE VİCDAN
BÖLÜM 5: BİLİMİN AYDINLIĞI VE ORTAK PAYLAŞIM
BÖLÜM 6: YENİ NESİL TEKTEKÇİLER VE KÜLTÜR ELÇİSİ
BÖLÜM 7: GÖLGEDEN GELEN TEHDİT
BÖLÜM 8: DEFİNENİN DİLİ
BÖLÜM 9: IŞILTILI SON VE MİRAS
ÖNSÖZ (Yazar Notu)
Bu roman, sadece toprak altında kalan hazinelerin değil, insan ruhunun derinliklerinde saklı kalan vicdanın ve dürüstlüğün hikayesidir. Defineci Dayı'nın (Hüseyin'in) yolculuğu, yoksulluğun getirdiği çaresizlikle başlar, ancak bilgi, etik ve tarihe olan saygıyla yepyeni bir anlam kazanır. Bu hikaye, kültür mirasını korumanın, en büyük zenginlik olduğunu hatırlatır.
BÖLÜM 1: YOKSUL TOPRAKLAR VE BOŞ HAYALLER
Defineci Dayı, adını dahi unuttuğu, sadece "Höyüktepe Köyü" olarak anılan o taşlık ve yoksul coğrafyada doğdu. Hayatı, güneşin kavurduğu taşlar, her bahar yeniden yeşermekte zorlanan otlar ve babasından miras kalan borçlu bir yokluktan ibaretti. Dört duvarı çamur sıvalı evlerinde, her akşam tencerede kaynayan suyun buharında umutları da buharlaşırdı.
Dayı, bu kıtlık döngüsünü kırmak için çaresizdi. Köyün yaşlıları, asırlardır fısıldanan hikâyeleri anlatırdı: "Yukarı tepelerimiz, Gavur Harabeleri. Roma gelmiş, Bizans gitmiş, Selçuklu konmuş, hatta Hititler bile yaşamış bu topraklarda. Her gelen, bir sır, bir hazine gömmüş toprağa."
Bu hikâyeler, Dayı'nın yoksul ruhuna bir çıban gibi yerleşti. Ona göre kurtuluş, alın teriyle değil, tesadüfen bulunacak o tonlarca altının ışıltısıyla gelecekti. Tek hedefi vardı: Define.
Köyün hemen üzerindeki kayalık tepe, devasa bir açık hava müzesi gibiydi. Kayaların üzerinde anlam verilemeyen yuvarlak oymalar, derin kare çukurlar, zamanla aşınmış aslan kabartmaları ve antik sunak kalıntıları… Her biri, binlerce yıllık sessiz bir dilin harfleriydi. Ne var ki, Defineci Dayı bu dilin tek bir kelimesini dahi bilmiyordu. O, sadece sembollerin ardındaki saf altını görüyordu.
Bir elinde paslı bir kazma, diğerinde demir bir murçla günlerce tepeyi arşınladı. İnandığı tek yöntem, sezgileri ve bir avuç hurafeydi. "Şurası boşluk sesi verdi," der, akşama kadar o kayayı delerdi. "Bu taşın şekli aslan pençesine benziyor," der, aslanın baktığı yönü boşuna kazardı. Kazdıkça enerjisini, zamanını ve umudunu tüketiyordu. Geride bıraktığı tek şey, tahrip olmuş doğa ve define hayalleriyle parçalanmış boş çukurlardı. O, sadece dağı taşı boşuna kazıyordu.
BÖLÜM 2: DÖNÜŞÜMÜN RÜZGÂRI VE ARKEOLOG ŞEREF
Defineci Dayı'nın hayatının o kısır döngüsü, beklenmedik bir günde, tepeye çıkan bir jipin sesiyle kırıldı. Jipten inen, sırt çantasında fırçalar, not defteri ve ölçüm aletleri olan, saygılı ve bilgili bir adamdı: Arkeolog Şeref.
Şeref, Dayı’nın açtığı derin ve anlamsız çukurları, kırıp döktüğü asırlık taşları görünce yüzünü hüzün kapladı. Ona yaklaşarak, sert ama bilge bir sesle konuştu:
"Dayı, boşuna kafana göre dağı taşı kazma. Doğaya, kültüre, tabiata zarar verme. O işaretler, senin sandığın gibi bir harita değil, o bir tarih. Kırma, öğren. Kazmayı bırak, tarihi oku. Arkeoloji kitapları oku."
Dayı, önce öfkelendi. Bu genç adam kimdi ki, ona akıl veriyordu? Ama Şeref'in gözlerindeki samimiyet ve bilgi, Dayı’yı susturdu. Şeref, eline bir değnek alıp yere bir harita çizer gibi anlatmaya başladı:
"Bak Dayı, define her yerde olmaz. Bir yerde hazine arayacaksan, orası antik yerleşim yeri olmalı. Verimli arazi olmalı, çünkü medeniyetler karnını doyuracağı yere kurulur. Bol su olmalı. Ve en önemlisi, kayadaki işçilik güzel semboller olmalı. Kaba saba oyma değil, estetik. Ve o bölge, antik dönemde büyük bir savaş ya da yıkım yaşamış olmalı. İşte o bölgede, hızlıca gömülmüş, unutulmuş bir şey arayabilirsin."
Şeref derin bir nefes aldı ve Defineci Dayı'nın hayatını tamamen değiştirecek o tavsiyeyi verdi:
"Eğer işaretlerin dilini bilmiyorsan, taş falcılığını bırak. Tektekçilik yap. Al bir dedektör. Ama sakın, yerin altında tonlarca altın var hayaline kapılma. Dedektörler 4-5 metre derinliğe inmez. Dedektör satıcısına inanma. Bir dedektör, arazi yüzeyinde bir tek parayı en fazla 30 cm’den, bir ibriği 50 cm’den bulur. Eşya büyük olursa belki 80 cm."
"Sadece harabe yerleşim yerlerinin ve eski tarlaların yüzeyinde gez. Antik sikkeleri bir karıştaki toprakta bulacaksın. Bulduğun eseri ne tuz ruhuyla, ne de limonla yıkama. Üzerindeki yeşil pas tabakası, yani patin, onun değeridir. Kaldırma ki değeri düşmesin. Ve Dayı, tarihi eser kaçakçılığı yapma. Bulduğunu arkeoloji müzesine ver, koleksiyonculara sat. Onlar, geçmişin bize bıraktığı mirastır."
BÖLÜM 3: TEKTEKÇİLİK VE ROMA SEZARININ ALTINI
Arkeolog Şeref'in sözleri, Defineci Dayı'nın bilincinde bir deprem yarattı. Kafasındaki "tonlarca altın" hayalinden vazgeçti, taş ve kaya falcılığını tamamen bıraktı. O artık, bir tahripçi değil, bir yüzey araştırmacısı, bir "tektekçi" olacaktı.
Bir elinde paslı bir kazma, diğerinde demir bir murçla günlerce tepeyi arşınladı. İnandığı tek yöntem, sezgileri ve bir avuç hurafeydi. "Şurası boşluk sesi verdi," der, akşama kadar o kayayı delerdi. "Bu taşın şekli aslan pençesine benziyor," der, aslanın baktığı yönü boşuna kazardı. Kazdıkça enerjisini, zamanını ve umudunu tüketiyordu. Geride bıraktığı tek şey, tahrip olmuş doğa ve define hayalleriyle parçalanmış boş çukurlardı. O, sadece dağı taşı boşuna kazıyordu.
Birikmiş parasıyla, orta halli bir metal dedektörü aldı. Elindeki kazmanın yerini, hassas bir arama başlığı ve kulaklık aldı. Bir süre önce boşuna kazdığı o eski harabe yerleşimin çevresindeki tarım arazilerine çıktı. Yüreği, ilk gençlik aşkının heyecanı gibi atıyordu.
Dedektörün kulaklıklarını taktı, makinayı açtı. Tarlanın üzerinde usul usul yürürken, makine aniden yüksek sesli, net bir sinyal verdi. Dayı’nın kalbi göğsünü zorluyordu.
Eline aldığı küçük el küreğiyle, tam makinenin sinyal verdiği yeri, sadece bir karış derinliğinde kazdı. Toprağı nazikçe eşelerken, parmaklarına değen soğuk, yuvarlak bir metal parçası hissetti. Toprağı temizlediğinde, avucunun içinde, yüzlerce yıldır kimsenin görmediği bir yüz belirdi. Parlaklığını koruyan, üzerinde Roma İmparatoru Sezar’ın silüeti olan, küçük bir altın sikkeydi.
Defineci Dayı donakaldı. Tonlarca altın hayali, bu küçük, narin altın parçası karşısında sönmüştü. Ama bu, gerçekti. Somuttu. Ve yasal bir hazineydi.
Heyecanla aramasına devam etti. O gün, paslanmış bronz sikkeler, yeşil küfle kaplanmış küçük bronz yüzükler ve bir kısmı kırılmış kilden objeler buldu. Bulduklarını Şeref'in öğrettiği gibi bir kumaş parçasına sardı. Ne limon, ne tuz ruhu değdirdi.
Defineci Dayı'nın yüzü, ilk defa samimi bir şekilde gülmeye başladı. O artık, toprağın altında var olmayan hazinelerin peşinde koşan bir deli değildi. O, antik çağların izlerini süren, tarihi okuyan bir tektekçiydi. Yoksulluktan kurtulma yolu, yoz bir definecilikten, bilgili ve etik bir tektekçiliğe doğru dönüşmüştü.
BÖLÜM 4: MAKİNE VE VİCDAN
Defineci Dayı'nın hayatı artık kazma sesleriyle değil, kulaklıklardan gelen tiz metal sinyalleriyle ölçülüyordu. Evine getirdiği o ilk Roma altını, bir dönüm noktası olmuştu. Altın satıldı, borçların bir kısmı kapandı ve Dayı, bu küçük, meşakkatli ama onurlu yeni uğraşında ustalaşmaya başladı.
O, artık "Defineci Dayı" değil, "Makineci Hüseyin"di.
Şeref’in öğütleri, zihninde yankılanıyordu: “Sadece harabe yerleşim üzeri ve çevresinde arama yap.” “Tarihi oku, kültüre zarar verme.”
Hüseyin, yeni dedektörüyle her gün araziye çıkıyor, Höyüktepe’nin çevresindeki asırlık tarlalarda geziniyordu. Bir öğleden sonra, güneşin altında parıldayan eski bir zeytinliğin kenarında, dedektörü daha önce hiç vermediği, kalın ve derinden gelen, müthiş stabil bir sinyal verdi. Bu sinyal, toprağın daha derininde yatan, büyük ve yoğun bir metali işaret ediyordu.
O an, eski Dayı ile yeni Hüseyin arasında zihninde çetin bir savaş başladı.
Eski Dayı fısıldadı: “İşte budur! Tonlarca altın hayalin gerçek oldu. Kaz! Çıkar! Kimseye gösterme!”
Yeni Hüseyin, Şeref’in sesini hatırlattı: “Dedektörler 4-5 metre derinliğe inmez. Bu bir mezar hediyesi olabilir. Kültürel miras olabilir. Kazarsan, kaçak defineci olursun.”
Dayı, sırt çantasından küçük küreğini çıkardı. Kalbi gümbürdüyordu. Yavaşça sinyalin geldiği yere diz çöktü. Dört-beş santimlik yüzey toprağını kazdı. Kürek, sert bir şeye çarptı: Büyük, işlenmiş bir taş blok.
Hemen geri çekildi. Ter içindeydi. Bu, büyük ihtimalle bir lahitin ya da anıt mezarın kapağıydı. Eğer kazmaya devam ederse, bir arkeolojik alanı geri dönülmez şekilde tahrip edecekti.
Dayı, küreğini yere bıraktı. O an kararını verdi. O, yoksulluktan kurtulmak için dahi olsa, onurunu kaybetmeyecekti. Makinesini kapattı, o bölgeyi dikkatlice hafızasına kaydetti. Köye döndüğünde, doğruca Arkeolog Şeref’i aradı.
"Şeref… benim, Defineci Dayı. Yani, Hüseyin. Bir şey buldum. Büyük bir şey. Derinde. Kazmadım. Ama sanırım gitmen gereken bir yer var."
O gün, tonlarca altını değil, vicdanının huzurunu bulmuştu.
BÖLÜM 5: BİLİMİN AYDINLIĞI VE ORTAK PAYLAŞIM
Defineci Dayı'nın telefonundan bir gün sonra, Arkeolog Şeref hızla Höyüktepe Köyü'ne ulaştı. Şeref, elindeki profesyonel jeoradar ve manyetometre cihazlarını kurarken, Dayı heyecanla bekliyordu.
Cihazlar, Dayı'nın sinyalini doğruladı: Toprağın yaklaşık bir metre altında, büyük, düzenli, dikdörtgen bir yapı vardı. Şeref, "Sen sadece bir taş blok bulmadın. Büyük ihtimalle, bu bölgenin ana yerleşimcilerine ait, bozulmamış bir oda mezar ya da bir antik depo yapısının kalıntısını buldun. Doğru olanı yaptın," dedi.
Şeref durumu hemen Bakanlığa bildirdi. Bir hafta içinde, Höyüktepe Köyü, arkeoloji ekipleriyle doldu. Dayı, köyün ortasında kahraman gibiydi. O da kazı ekibine katıldı. Artık kazmayı gelişigüzel değil, bilerek kullanıyordu.
Bir ay süren titiz bir çalışmanın sonunda, büyük bir pithos (küp) hazinesi bulundu. Küpün içinde, yüzlerce bronz ve gümüş sikkenin yanı sıra, Roma dönemine ait işlemeli bir bronz ibrik ve birkaç seramik kap vardı. Bulunanlar, doğrudan Müze Müdürlüğü'ne teslim edildi.
Kazı bittiğinde, Şeref, Dayı'ya bu büyük keşif için kanunen belirlenen ikramiyenin ödeneceğini bildirdi. Birkaç hafta sonra, Defineci Dayı'nın banka hesabına, ailesinin yıllarca rahat yaşamasını sağlayacak, onurlu bir para yattı. Bu para, tonlarca altın değildi; ama vicdanının huzuruyla kazanılmıştı.
Dayı, paranın bir kısmıyla köyün gençlerine küçük dedektörler aldı ve onlara tektekçilik sanatını, etik kuralları ile birlikte öğretmeye başladı. O artık, kendi kurtuluşunu değil, köyünün kültür mirasını koruyan bir rehberdi.
BÖLÜM 6: YENİ NESİL TEKTEKÇİLER VE KÜLTÜR ELÇİSİ
Hüseyin'in hayatı, sadece zenginleşmekle kalmamış, derin bir amaç kazanmıştı. Köyde bir dükkan kiraladı. Burası, onun için Höyüktepe Tektekçilik Okulu olarak anılmaya başlandı.
"Bakın gençler," derdi Hüseyin, elindeki kirli bronz sikkeyi göstererek. "Dedektör, size sadece metali gösterir; ama bilgi, size o metalin hikayesini anlatır."
Hüseyin, gençlere sabır, bilgi ve etik öğretti. Onlara buldukları her eseri nasıl belgeleyeceklerini (fotoğraf, koordinat, not) gösteriyordu.
Bir gün, gençlerden Ali, heyecanla Hüseyin’in yanına koştu. Elinde, üzerinde garip bir hayvan figürü olan, yüzeyde bulduğu küçük bir taş obje vardı. Hüseyin, bunun Hitit dönemine ait olabilecek bir mühür olduğunu fark etti.
"Bu parayla ölçülmez. Bu eser, bizim topraklarımızdaki en eski medeniyetin izi olabilir. Sen, dedektörün sustuğu yerde tarihi buldun. İşte bizim asıl görevimiz bu. Sadece altın aramak değil, kültür elçisi olmak."
Hüseyin ve genç tektekçiler, artık köydeki kültürün koruyucusu olmuşlardı. O, değişimin, altının parlaklığında değil, bilginin ve dürüstlüğün verdiği huzurda saklı olduğunu nihayet anlamıştı.
BÖLÜM 7: GÖLGEDEN GELEN TEHDİT
Hüseyin'in kurduğu "Tektekçilik Okulu" kimi için ilham kaynağıyken, kaçak define ağı için doğrudan bir tehditti.
Bir sonbahar akşamı, Hüseyin, köyün kaçak define ağıyla bilinen iki adamla karşılaştı: 'Balta' ve yardımcısı 'Fısıltı'.
"Sen bulduğun o büyük lahit yerini bize söyleyecektin, hep birlikte tonlarca altını alacaktık. Ama sen gidip müzelere verdin. Bize ihanet ettin," dedi Balta tehditkâr bir sesle.
Hüseyin kararlıydı: "Ben devlete değil, tarihe çalışıyorum. Benim işim onurlu. Sizin yaptığınız ise hırsızlık."
Balta, en hassas noktasından vurdu: "Bize o büyük yerin koordinatlarını vereceksin. Ya da o genç 'kültür elçilerinin' başına gelenlerden sen sorumlu olursun."
Hüseyin, hemen Şeref’i aradı. Gençleri uyardı: "Bir süreliğine Höyüktepe çevresindeki tarım arazilerinden uzak duracağız. Kaçak kazıcılar bölgede dolaşıyor. Bu savaş, kazma ve dedektör savaşı değil, etik ve ahlak savaşıdır."
BÖLÜM 8: DEFİNENİN DİLİ
Balta ve Fısıltı'yı yakalamak kolay değildi. Hüseyin, eski bilgisiyle onların neyi arayacağını biliyordu: Gavur Harabeleri'ndeki en büyük, en korunaklı yapıyı.
Hüseyin, gençlere yeni bir görev verdi: "Balta, tepedeki aslan kabartmasının baktığı yönü veya kare oymanın yanını kontrol edecekler. Çünkü kare oyma mezar odası demektir."
Bir akşam, Ali, kare oymanın yanındaki büyük kayanın altındaki toprağın renginin değiştiğini fark etti. Hüseyin, Balta'nın tünel girişini bulduğunu anladı.
Şeref'i aradı, durumu detaylarıyla bildirdi. "Bu gece oradalar, Şeref. Ama onlardan önce oraya ulaşmalıyız."
Karanlıkta, Hüseyin ve iki genç, kaçakçıları gözetlemeye başladı. Murç sesleri geliyordu. Jandarma gelene kadar onları oyalamak gerekiyordu.
Hüseyin, fenerini Balta'nın yüzüne tutarak karanlıktan çıktı:
"Balta! Dur! Boşuna kazıyorsun! O kare oyma, bir mezar odası girişi değil. O, mezar odasının yerini işaret eden bir sunaktır. Giriş, yirmi metre güneydedir. Burada ne kadar kazarsan kaz, sadece kaya bulacaksın!"
Hüseyin, eski defineci bilgisiyle Balta'nın dikkatini dağıttı. Tam bu kargaşa anında, Jandarma sesi duyuldu. Balta ve Fısıltı kaçmaya çalıştı, ancak Hüseyin ve gençlerin sinyalleriyle kısa sürede yakalandılar.
Hüseyin, yorgun ama huzurluydu. Karanlık dünyanın en tehlikeli temsilcilerini, ne kazmayla ne de yumrukla; sadece bilgi, etik ve vicdanla alt etmişti.
BÖLÜM 9: IŞILTILI SON VE MİRAS
Balta ve Fısıltı’nın yakalanması, Höyüktepe Köyü için bir suçun önlenmesi ve karanlık bir dönemin sonu oldu. Hüseyin, köyün onurunu ve tarihini koruyan bir kahraman olarak görülüyordu.
Şeref ve Jandarma Komutanı, Hüseyin'e teşekkür etti. Hüseyin, artık Kültür Varlıkları Gönüllü Temsilcisi gibi bir role sahipti.
Hüseyin, yasal ikramiyelerden ve dürüst tektekçilikten elde ettiği gelirle ailesini refah içinde yaşatıyordu. En büyük huzuru ise, yetiştirdiği gençlerin yüzlerinde görüyordu.
Bir pazar sabahı, tarlanın kenarında oturmuş, gençlerin uzaklarda sinyal aramasını izlerken, eski günlerini düşündü. Şimdi kalbi, huzur ve doğrulukla atıyordu.
Hüseyin’in dükkanının camında, artık bir tabela asılıydı:
HÖYÜKTEPE KÜLTÜR MİRASI – TEKTEKÇİLİK VE TARİH BİLGİ EVİ
Altında ise kendi el yazısıyla yazılmış bir not vardı:
"En büyük define, toprağın altındaki altın değil, üstündeki bilgi ve vicdandır."
Defineci Dayı, yoksul hayattan kurtulmuştu. Kurtuluşu, sandığı gibi bir hazine küpünde değil, doğrulukta ve paylaşımda bulmuştu. O, artık sadece kendi hayatının kahramanı değil, Höyüktepe’nin geleceğe taşıdığı kültürel mirasının sarsılmaz bekçisiydi.
(SON)
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL