18
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1683
Okunma

*
Dedemler şehre taşınmıştı. Artık çok hasta olan büyükannemin gittiği bütün doktorlar ona nemden uzak durmasını ve hastaneye yakın bir bölgede yaşaması gerektiğini öğütlediği için doğup büyüdükleri köyü terk edip şehirde kiraya verdikleri daireye taşınmak zorunda kaldılar. Bu ev geniş sayılabilecek bir bahçe içinde, iki katlı, sıvasız eski bir binaydı. Köydeki eve göre daha ferah olsa da, küf kokusu burada da insanın genzini yakıyordu. Belki de o kokuyu içimize hapseden ve onu gittiğimiz her yere taşıyan bizlerdik. Giysimiz, tenimiz gibi doğal birer parçamız olmuş olabilir miydi bu tuhaf koku?
Büyükannem halinden memnun değildi. Bütün bir ömür çalışıp didindiği toprakları arkada bırakmanın kederi, buruşuk yanaklarındaki solgunluktan ve yol boyu hiç konuşmamasından anlaşılıyordu. Sırtındaki çuvalda taşıdığı kap kacağın gıcırtısı bana, sepetle tarlaya öğle yemeği taşıdığı günleri hatırlattı. Bayır bahçeden inerken sepet ondan fazla zorlanırdı sanki. Hepimiz sepetteki bakır sahanların sesiyle elimizdeki işi bırakır serin bir yerlere tünerdik. Büyükannem düzlükte görünmeden yemeklerin hayalini kurmaya başlardık. Halamlar, annem, amcam ve biz çocuklar, tarlanın girişindeki söğütlerin çit olduğu yola gözlerimizi diker, sessizce beklerdik. O zaman annem bizi yanına toplayıp, fazla yiyip kendisini utandırmamız için sıkıca tembihlerdi.
Sessizlik büyükannemin söğütlerin altında görünmesiyle bozulurdu. Annem boş çuvalları yere serince herkes bu ilkel sofranın başındaki önceden belirlenmiş yerini alırdı. Büyükannemin sepeti sırtından bırakmasıyla kaşık çatal sesleri ince ve çok sevgili bir beste gibi kulaklarımızı doldururdu. Yemek yerken ev ahalisini izlerdim. Belki de yalnızca o anlarda gözlerinde beliren duru bir rehavet görürdüm. Bir parça mutluluk ve geçici bir kayıtsızlık. Herkes işinin başına döneceği zaman, sofra bezinin kenarında bekleyen düşünceli, kederli veyahut hastalıklı çehresini tekrar yüzüne takardı.
Büyükannemi ilk defa ayakkabıyla görüyordum. Uçları yuvarlak, topuksuz, siyah ayakkabıların içine sıkışmış tombul ayakları pek rahat görünmüyordu. İki de bir durarak ayaklarını toprağa vurması bu yüzdendi.
Nihayet dolmuş durağına vardığımızda ikimizde de yürüyecek hal kalmamıştı. Taksi yazıhanesinin avlusunda boş duran iki sandalyeye teklifsizce çöküverdik. Hemen karşımızdaki kaldırımda beş fasulye çuvalı vardı. Çuvalların kenarındaki beton bankta üç kadın oturuyordu. Bir süre bizi süzdüler. Kadınlardan bir tanesini tanıyordum. Sonbaharda büyükannemlere pek sık gidip gelmişlerdi. Daha sonra annemle büyükannemi konuşurlarken duydum. Küçük halama görücü geldiklerini öğrendiğimde, içimi yine o kurtulamadığım terkedilme duygusu kaplayıverdi. Etrafımdaki kişilerin, eşyaların hayatımdan çıkması beni korkutuyordu. Sanki bir gün bu koca dünyada tek başıma kalacakmışım gibi hissediyordum.
Halam görücülerden iki ay sonra imecede tanıştığı Yozgatlı bir gençle evlendi. Onun gidişinden sonra büyükannem iyice çöktü. Nefes alıp verirken morarıyor, yattığı yerden kalkarken büyük azap çekiyordu. Sonunda daha fazla dayanamayıp köy ebesine muayene oldu. O gün yanında ben de vardım. Ebe büyükannemi sağlık ocağının küçük muayene odasındaki sedyeye yatırınca, büyükannem kalkıp gidecek gibi oldu. Ebanımın ısrarı üzerine gitmekten vazgeçti. Ben muayene odasındaki aletleri incelerken büyükannem sedyenin muşambasındaki delikle oynuyordu. Kısa bir süre sonra ebanım içeri girdi. Çekmeceden çıkarttığı eldivenleri eline taktı. Sonra aynı yerden bir eldiven daha çıkarttı. Şişirip bana uzattı. Önce tepesinde beş parmağın ucu görünen balondan korktum. Fakat ebanımın gülen gözleri bana güven verince balonu aldım. Bu benim hayatımda gördüğüm ilk balondu.
Dışarıdan çocuk sesleri geliyordu. Ebenin çocukları lojmanın avlusunda sek sek oynuyordu. Pencereden onlara baktığımı görünce, dışarı çıkıp onlarla oynamamı istedi. Büyükanneme baktım. Yüzü kederli ve utanç içindeydi. Yine de gitmem için başıyla işaret etti.
Sağlık ocağının merdivenlerinde oturup büyükannemi beklemeye başladım. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama, keskin bir inilti sağlık ocağının duvarlarını aşıp avluda yankılandı. Bu büyükannemdi. Ağlıyordu. Kulaklarımı kapattım.
Allah beni seviyordu. Bunu biliyordum. Bunu bir kış günü pencerenin kenarına konan serçenin gözlerinde görmüştüm. Karların üzerinde bir o yana bir bu yana zıplayan serçeyi görünce Allah’a “Ne olur bana baksın. Eğer sen gerçekten varsan, serçe bana baksın” diye dua ettim. Kolum acıyordu. Karda poşetten kızağımla kayarken yazdan kalma bir mısır sapı kolumu çizmişti. Anneme söylemekten korktuğum için odaya kapanıp acının geçmesini bekliyordum. Hep geçerdi. En büyük acılar bile geçerdi.
Serçe birkaç kere daha olduğu yerde sektikten sonra beklediğim şey oldu. Birden havalanıp, pencerenin karla kaplı pervazına kondu ve bana baktı. Küçük yuvarlak gözlerinin kahverengi kuyusundan aşağı düştüğümü hissettim. Ne kadar bakıştık bilmiyorum. Belki saniyenin yarısı kadar, belki bütün bir öğleden sonra. Kendime geldiğimde, içimde güçlü bir şeyin nefes aldığını hissettim. Yalnız olmadığımı biliyordum. Allah beni seviyordu. Büyükannemin gözleri yaşararak anlattığı, altından sarayların bulunduğu, ırmaklarından bal ve süt akan cennetin ahalisinden olduğuma inanıyordum. Şimdilik bu yalnızca serçe ve benim aramda bir sırdı. Daha sonraki günlerde, aylarda ve mevsimlerde onu bekledim. Bir daha hiç gelmedi. Fakat beklemekten vazgeçmedim. O vakitler, kalbimin duru denizinin bulandığını anladığım an serçeyi beklemekten vazgeçeceğimi bilmiyordum. Bütün bunları düşünürken dua etmeyi unuttum.
Büyükannem topallayarak kapıdan çıktı. Ebanım arkasından söyleniyordu. “Ne diye bu kadar bekledin a benim teyzem?” Büyükannem tez canlı bir kadındı. Hiçbir şey için beklemeye sabrı olmazdı. Ne için bu kadar beklemişti? Bu sorunun cevabını sonradan öğrenecektim. Dedemle birlikte hastane hastane dolaşmaları, ilaçlar, derin uykular, iniltiler ve öksürükler hayatımızın vazgeçilmezleri olmuştu. En son teşhisi koyan doktor rahim kanseri diyordu. Dedem bunu büyükanneme açıklarken çok ağladı. O gece gözlerinden dökülüp sakallarından sızan gözyaşları, kara ateşten yükselen alevlerin şavkıyla pırıl pırıl parladı.
Kanserin ne olduğunu biliyordum. Ölümdü. Önü sonu yok. Sadece ölümdü ve bunu bilmek bile çok şey bilmek demekti. Ailede adı en sık geçen ölüm sebebiydi kanser. Ben hiçbir şey olmamış ya da duymamışım gibi odunluğa gidip iki küçük kestane kökü aldım ve ocak başındaki kara ateşe attım. Yükselen alevler bu kez büyükannemin yanaklarını parlattı. Gözleri iyice hassaslaştığı için akşamları lamba açamıyorduk. O yüzden karanlık çökünce herkes rahat ediyor, kuytu köşelerde rahat rahat ağlayabiliyordu.
Büyükannemin hastalığı ilerleyince tarlaların büyük bir kısmı meyve bahçesine çevrildi. Artık içinde koşarken kendimi uçurtma gibi hissettiğim o geniş arpa bahçeleri, püsküllü ham koçanlar toplayıp evcilik oynadığım mısır ormanları, geceleri bile kızıl bir ışık saçan domates bahçeleri olmayacaktı. Annemi ablamı ya da abimi özlediğim zamanlar saklandığım ve çatlayana kadar salatalık yediğim bostanlar yerlerini meyve bahçelerine bıraktı. Artık herkes gibi benim de acılarım korunaksız ve saydamdı.
Dolmuş durağa yaklaşınca önümüzde oturan kadınlar fasulye çuvallarını sırtlayıp arabaya doğru yürüdüler. Büyükannem elimi sımsıkı tutuyordu. Neden sonra terli ellerinin titrediğini fark ettim. Arkasına yaslanmış, diğer eliyle göğsünü sıvazlıyordu. Yüzünde gizlemeye çalıştığı acı, güçlükle zapt edilmiş bir öfkenin artçıları gibi çehresinin her noktasına yayılmıştı. Gözlerini yumuyor, dişlerini sıkıyor, biraz sonra derin bir nefes alıp belirsiz bir noktaya bakıyordu. Otobüs yazıhanesinden bir adam onun bu halini fark etmiş olacak ki, elinde sürahiyle çıkageldi. Adam büyükannemin yüzüne su serperken ileride dolmuşa binmek için bekleyen kadınlar bizden yana nefret dolu son bir bakış attı. İçlerinden biri “Cumadan açan hava ya salıya kadardır, ya selaya kadar. Dua edelim de sela gelsin” dedi.
Ablam selaların ölülerin şarkısı olduğunu söylemişti. O her şeyi bilirdi. Gövdesinden üç dal çıkan incir ağacında, her birimiz kendine ait dalda sallanırken söylemişti bunu. Ona “Sözlerin beni her zaman kokutuyor” dedim. Abim bu sözlere gülüp geçmişti ama ben her zamanki gibi ablama inanmış ve çoktan kendi içimde müzakerelere başlamıştım. Ölüler neden şarkı söylesindi? Minareye çıkan, şerefede görünen, seladan önce mikrofona vuran ölünün kendisi miydi? Minareden inip tabutluğa girdiğini görenler nasıl oluyordu da korkmuyordu? Abimle ikisi çoktan kahraman naraları atmaya başlamıştı fakat ben ablamın o cümleyi söylediği ince zaman diliminde sıkışıp kalmıştım. Bir dal çıtırtısıyla kendime geldiğimde ablam incirin bir iki metre ötesindeki uçurumun dibinde dikenliğin içinde çığlıklar atıyordu.
İncir ağacı bizim kutsal atlarımızın bağlı olduğu bir mabetti. Dalların üçünün de ucunda at gibi binebileceğimiz çatallar vardı. Bazen dalları öyle aşk ile sallardık ki, incirin dibinden uğultuya benzer çıtırtılar yükselirdi. Ablam yine o kuvvetli sallanışların sonunda hızını alamayıp abimin olduğu dala sıçramış, tutunduğu dal ile birlikte uçuruma düşmüştü. Annem onu dikenlikten çıkartırken bile hala elinde o dal parçası vardı. Evet, yaralanmıştı. Güzel yüzünden ve bacaklarından kanlar sızıyordu. Ama bir kere daha hepimize ne kadar cesur olduğunu göstermişti. İşte o dal, onun bizden üstün olduğunun bir nişanıydı. Acıya daha fazla direnemeyip kendinden geçtiğinde annem dalı güçlükle elinden aldı.
O uyurken yüzünde kabarıp donan kan birikintilerine baktım. Alnının orta yerinden şakağına kadar derin sayılabilecek bir yırtık açılmıştı. Gelen giden “İz kalmasa bari” dedikçe, içimi tarifsiz, sıkıntı verici ama bir o kadar da mutlu eden bir duygu kapladı. Bembeyaz, lekesiz yüz, beni her seferinde gizliden gizliye ezen, fakat aynı zamanda böyle bir güzelliğin kardeşi olduğum için gururlandıran yüz eskisi kadar cazibeli olmayacaktı.
Komşulardan biri bir akrabasının böyle yaralar için faydalı bir em hazırladığını söyledi. Annem beni kadının yanına katıp o akrabanın evine gönderdi. Yol boyu ablamın lanet olası şansına isyan ettim. O daldan düşen ben olsaydım, çoktan ölmüş olurdum. Gittiğimiz evde bir saat kadar kadının ilacı hazırlamasını bekledim. Kadın bizi kokak bir odaya alıp duvara gömülü raflardan birkaç kavanoz indirdi. Büyük bir ciddiyetle ilacı hazırladı. İşi bitince hazırladığı yeşilimsi, kreme benzer ilacı küçük bir kibrit kutusuna doldurup bana verdi.
“Aman derhal sürülsün. Yoksa tesir etmez.”
Tesir etmez, cümlesini tekrar ede ede evimize sapan patikaya kadar geldim. Tesir etmeli miydi? Etmemesinde de bir hayır olamaz mıydı? Belki güzelliği sayesinde başına türlü musibetler gelecek, ablam bir ömür mutsuz olacaktı. Hem “Allah çirkin şansı versin” demezler miydi hep? Ben de kendimi bu umutla avutmaz mıydım? Cebimden çıkarttığım kutucuğa baktım. Şimdi bunu şuracıkta toprağa gömsem, anneme de gelirken düşürdüm desem…Büyükannem kadere müdahale etmenin büyük günah olduğunu söylemişti. Oysa ben müdahalenin bile kaderin bir parçası olduğuna inanıyordum. Eğer Allah ablamın iyileşmesini murat etmemişse, benim kutuyu toprağa gömmemdeki kusurum ne kadar olurdu?
Başımı kaldırdığımda patikanın kenarındaki kiraz ağacının alçak dalında, üzerinde yeşil elbisesi, yüzünün iki yanından sarkan sarı bukleleriyle oynayıp, dudaklarını tatlı tatlı bükerek bana bakan ablamı gördüm. Onun şuan oturduğu yer haksızlığa uğradığım ya da dayak yediğim zamanlarda sığınıp huzur bulduğum yerdi. Ablam, ne zaman ortadan kaybolsam orada olduğumu bilir ama erken ama geç fakat mutlaka yanıma gelirdi. Önce bir şey söylemeden bana bakar, sonra yanıma oturur bana okulda yaşadığı ilginç hadiseleri anlatırdı. Yaşadığım kederin yoğunluğuna göre, kimi zaman anlattıklarına güler, kimi zaman sadece dinliyormuş gibi yapardım. Sanırım içimdeki kıyametleri ertelemeye ilk o kiraz dalında başladım. Vakti gelince kapılıp helak olacağım kıyametleri her hakları saklı bir şekilde daha ileriki bir zamana ötelemeyi ablam sayesinde, o dalda öğrenmiştim.
İşte yine oradaydı. Güllü terliklerini geçirdiği küçük ayaklarını sallıyordu. Yüzünün güneşe dönük tarafını çok iyi seçemesem de, gölgeli tarafındaki gamzesini görebiliyordum. Kutuyu tekrar cebime koyup ağaca doğru yürüdüm. Ona yaklaştıkça yüzünün güneşle parlayan tarafından sızan kanı gördüm. Kan önce fırfırlı yakasına damlıyor, oradan karnına ve bacaklarına sıçrıyordu. Buna rağmen o hala gülüyordu. Olduğum yerde durdum. Aramızda ancak iki metre mesafe kala. Aniden bastıran bir rüzgar fırtınası ikimizin arasına girdi.
Havada uçuşan yapraklar bir süre sonra etrafımızda dönmeye başladı. Sanki bir hortumun içinde, iki ayrı kesecikteydik. Hep güldü. İnadına güldü. O böyleydi. Karşısındakinin tamamen zıttı olmak, onun en iyi becerebildiği şeylerden biriydi. Benim içimdeki bütün kine rağmen, o gülüyordu.
Rüzgar durduğunda kiraz dalında oturuyordum. Ablam ortalarda yoktu. Az önce kanın sıçradığını gördüğüm yerlere baktım. Otlar Haziran güneşinde kavrulmuş, pırıl pırıl parlıyordu. Kuş sesleri, uzaklarda bir yerlerden gelen balta sesi, sonra bucaksız bir sessizlik.
“Yeşme, bu kiraz ağacı.”
“Kiraz ağacı.”
“Burada oturulur, etrafa bakılır. Ama ağlanmaz.”
“Ağlanır.”
“Ağlanmaz Yeşme. Sonra Defne gibi olursun.”
“Defne de kim?”
“Eskiden çok güzel bir kızmış. Onu istemediği biriyle evlendirmeye kalkmışlar. Çok ağlamış. Sen bilmiyorsun, yetişkinler aşık olurlar.
“Yetişkin nasıl olunur?”
“Böyle kocaman memelerin olduğunda.”
“Sen ondan mı annemin sutyenini giyip içine çorap dolduruyorsun?”
“Bunu nereden biliyorsun?”
“Seni gördüm.”
“O başka iş. Sen büyüyünce neye benzeyeceğini hiç merak etmedin mi? Neyse, Defne de birine aşıkmış. Bu yüzden evden kaçmış. Ama zalim nişanlısı onu bir ormanda yakalamış. Defne onu görünce Allah’a yalvarmış. Bir ağaç olup uçurumlarda tutunayım, ama beni bu zalime yar etme” demiş.
“Neden sustun?”
“Sen beni dinlemiyorsun ki!”
“Dinliyorum.”
“Zaten bitti. Allah kızın duasını kabul etmiş ve Defne hoş kokulu bir ağaca dönüşmüş.”
“Bu bizim bayırdaki defne mi?”
“Evet.”
“Abla, sen çok güzel yalan söylüyorsun biliyor musun?”
“Ama işe yarıyor.”
“Anneme sütyenini giyip içine çorap doldurduğunu söylemeyeceğim.”
“Söyleme.”
Ablam, beni hiç terk etmeyecekti. Bunu ilk o kirazın dalında söylemişti. Madem bir ömür boyu ayrılmayacaktık, ikimizde eşit şartlarda olmalıydık. Yani çirkin.
Ağaçtan inip toprağı eştim ve ilaç kutusunu gömdüm. Hiçbir şey olmamış gibi eve gittim ve anneme kutuyu düşürdüğümü söyledim. Bana çok kızdı. Ama aldırmadım. Biraz daha ablamın yaralı yüzünü seyredip, odama gittim ve uyudum. Rüyamda kutuyu gömdüğüm yeri karıncaların bastığını gördüm.
Sabah uyandığımda annem alt sofada söyleniyordu.
“Bu kızın yaptığını aklı başında insan yapar mı Rahmi? Bana düşürdüm demişti.”
“O daha çocuk. Yaptı bir cahillik. Belki orada düşürdü. Bilemeyiz ki.”
“Bazen gözlerinin içinde açılıp kapanan cehennemler görüyorum biliyor musun? Sanki bu dünyaya ait değil. Yanımızda değil. Bizim değil.”
“O nasıl söz! Abartıyorsun. Bunları ona söylemiyorsun değil mi?”
Sesler kesildi. Benden söz ediyorlardı. Annemin, gözlerinde açılıp kapanan cehennemler gördüğü kız bendim. O vakit bunun ne anlama geldiğini, ne korkunç bir benzetme ve itham olduğunu anlayamamıştım. Ama kutuyu düşürmeyip, kasten yok ettiğimi anladıklarını hissedebiliyordum.
...ENGİNDENİZ...
Sekizinci Ev adlı roman çalışmamdan ham bir kesit...