15
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1915
Okunma

Eda’yı anlatabilmek için önce onun zihinsel özürlülük oranını belirtmem gerekiyor. Bizzat dedesinin gösterdiği özürlü kartında kendi gözlerimle gördüm: Özürlülük oranı % 80 yazıyordu. Yani neredeyse bir bitkiden farkı yok Eda’nın.
Konudan konuya atlayacağım biliyorum ama bir başka anımı daha araya sıkıştırmam gerekiyor.
Fethiye-Çiftlik Ali Rıza Köse İlköğretim Okuluna tayin olmadan önce Afyon-Sandıklı İmam-Hatip ve Anadolu İmam-Hatip Lisesinde çalışıyordum.
Bir gün müdür odasının kapısını çalarak içeri girdim. Aslında Müdürümüz Cevdet Bulut Bey içeriden ‘’Gel’’ ya da ‘’Buyur ‘’ diye seslenmemişti ama ben içeri girmiştim. Baktım arkası bana dönük vaziyette konuşuyor birileriyle. Ama odada hiç bir Allah’ın kulu yok.
-Hocam pardon…
-Oooo Sami Bey sen misin? Kusura bakma dalmışım duymadım.
-Hocam kusura bakmayın ama kimle konuşuyorsunuz siz?
-Kimle olacak şu kovanın içindeki limon ağacıyla konuşuyorum.
-Hocam kusura bakmayın ama sanırım odanızın kapısını kimse çalmaz oldu. Siz de limon ağacıyla konuşmaya başladınız yalnızlıktan.
-Yok Sami Hocam. Ben her gün konuşurum bu ağaçla ve saksılardaki diğer çiçeklerle.
-Allah Allah…Ben bazen benim hanımın böyle saksılardaki çiçeklerle konuştuğunu görmüştüm ama ‘’köyünü özlüyor garibim her halde’’ diye üzerinde durmamıştım hiç. Ayrıca benim hanım zaten biraz üşütüktür. Onun çiçeklerle konuşması normaldir. Fakat siz…Bana acayip geldi doğrusu.
-Olur mu Sami Hocam? Onlar da canlı…Onlar da sevildiklerini anlıyorlar.
-Eee diyelim ki anlıyorlar. Bunu siz nasıl anlıyorsunuz? Yani size ‘’ Teşekkürler Cevdet Bey’’ mi diyorlar?
-Diyorlar tabii…Ama anlamak lazım dillerinden.
-Hadi canım sen de…Neredeyse ‘’kalkıp birlikte attalara bile gidiyoruz’’ diyeceksiniz.
-Sami Bey…Ben onlarla ne zaman konuşsam bir bakıyorum tüm güzel kokularını salıyorlar. Yaprakları daha bir canlı oluyor. Ben anlıyorum.
-Hocam kusura bakma ama bana çok saçma geliyor. Bir bitkiden bahsediyorsunuz alt tarafı. Değil şarkı söylemek istersen burada gazino kur yine değişen bir şey olmaz. Mesela şu limon ağacı. Kaç senedir müdür yardımcılarının odasında duruyordu. Almış buraya getirmişsiniz. Kaç senedir tek limon vermeyen bu ağaç şimdi bize limon mu verecek yani?
-Verecek.
-Hocam o ağaç bir tane limon versin ben de sizin ellerinden öpeceğim.
O ağaç daha sonra yanlış hatırlamıyorsam elli tane limon verdi…Evet o güne kadar tek bir limon vermeyen o ağaç Cevdet Bulut’un her gün onlarla konuşması, onlara şarkılar söylemesinin sonucunda tam elli tane limon verdi. Cevdet Bey elini öptürmedi bana ama verdiği o ders için değil elini, ayağını bile öperdim. ‘’SEVGİNİN, ÜSTESİNDEN GELEMEYECEĞİ HİÇ BİR ŞEY YOKTUR ‘’
Ben de severdim insanları, börtü böcek ne varsa doğada severdim. Daha doğrusu sevdiğimi sanırdım. O zaman anladım ki ‘’Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli ‘’ şarkısı koskoca bir yalandan ibaret. Seveceksen yakından sevecek ve ilgi göstereceksin. Dokunacaksın sevdiğine ki sevdiğini anlatabilesin. O da anlasın sevildiğini.
İşte 2004 yılında Nuray Öğretmen bunu yaptı. Bizim okulumuza gelene kadar o insanlara tepeden bakan insan müsveddelerinin çocuklarının okuduğu özel okullardan, tiksinilerek kovulan Eda, bizim okulumuzda Nuray Hanım’ın ona uzattığı anne elleriyle birlikte ilk önce konuşmaya başladı. Evet…Aslında dilsiz değildi Eda ama konuşmuyordu ilk zamanlarda. Nuray Gökmen onu aylarca uğraştıktan sonra konuşturdu önce.
Eda okula ilk geldiği günlerde sınıfındaki tüm arkadaşları yanına yaklaşınca onlara sopayla vururken bir kaç ay sonra arkadaşlarıyla bahçede koşmaca oynamaya başladı. Ama burada şunu da belirteyim: O okul şimdiye kadar hiç bir eğitim-öğretim kurumunda görmediğim bir sevgi, kardeşlik, birlik ve beraberliğin olduğu okuldu. Öğrencisi, öğretmeni, müstahdemine varıncaya kadar herkes tek yürekti o okulda. Tek bir öğrenci Eda’dan rahatsız olmadı. Hatta ana sınıfı bile. Hiç bir öğrenci velisi Eda’nın niçin bu okulda okuduğunu sormadı. Hiç bir öğretmen saçından, ya da eteğinden çeken Eda’ya kızmadı, hatta ‘’ Kızım git arkadaşlarınla oyna ‘’ bile demedi.
Öğlen yemeklerinde ilk zamanlar Nuray Öğretmen taşıdı Eda’nın tabldotunu masaya. Zaman zaman onunla birlikte oturdu sofraya ve ona yemek yedirirken öğretti kaşık, çatal, hatta bıçak kullanmasını. Eda’yı uzun süre o götürüp getirdi tuvalete. Sınıfındaki diğer öğrencileri asla ihmal etmeden Eda ile uğraştı…Uğraştı…Uğraştı…
Sene sonunda Eda’yı sınıfta bırakıp onu bir dahaki sene üçüncü sınıfları okutacak öğretmene teslim edebilirdi. Yapmadı. Sınıf geçirtti Eda’ya…Eda ,üçüncü sınıf öğrencisi olmuştu bize gelinceye kadar ama hiç tadamamıştı sınıf geçmenin tadını. Çünkü sınıf geçme ve onun zevki diye bir kavramı yoktu. Ama üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçerken bu zevki tatmayı öğrenmişti artık.
Ertesi sene de çok uğraştı Eda ile Nuray Hanım. Artık Eda okuyup yazmayı bile öğrendi. Ve 2005-2006 Öğretim yılının sonlarına doğru…Yani ben emekli olmadan bir kaç ay önce Eda bir arkadaşıyla birlikte anneler gününde öğretmenine şiir bile yazdı: ‘’Anneme’’ başlığıyla hem de…
ANNEME…
Üstüne sevgi yoktur.
Sevgin eşsiz ve tektir.
İyiliğin pek çoktur.
Bitmez ki saya saya..
Şimdi büyüdüm artık.
Küçüklüğüm hep rüya.
Eğil de hep öpeyim.
Yüzünü doya doya…
Eda ve Kübra…
2006 Senesi Haziran ayı başlarında Eda’nın dedesi yüzünde güller açarak geldi okulumuza bir gün. Elinde Eda’ya ait bir özürlü kimlik kartı tutuyordu. Tüm öğretmenlere gösteriyordu o kartı…Bana da gösterdi. Baktım Eda’nın zihinsel özürlülük seviyesi hanesinde % 60 yazıyordu. Yani bir buçuk senede %80 den % 60 a inmişti.
Küçük bir beldede…O zamanlar için 11 derslikli olan küçük bir okuldan bahsediyorum size…Muğla-Fethiye- Çiftlik- Ali Rıza Köse İlköğretim Okuludur o Okulun Adı. Benim zamanımdaki Öğretmenlerinin pek çoğu hâla görevdedir. O küçücük okulda nasıl olmuştu da böyle mucize kabilinden bir olay yaşanmıştı? Gelin o kısmını da Okulun o zamanki Rehber Öğretmeni Enver Göçer anlatsın bizlere…Benim ve onun yönetimindeki okul gazetemizde( BİZİM SESİMİZ ) yazdığı bir yazı:
TEBESSÜM.
Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı yolladı.
Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garsona yüklü bir bahşiş bıraktı.
Garson, ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Akşam eve giderken kazandığı paranın bir kısmını her zaman köşe başında oturan fakir adamın açtığı mendilin üzerine bıraktı.
Fakir adam öyle minnettar oldu ki…İki gündür boğazından aşağı bir lokma geçmemişti. Karnını iki günden beri ilk defa doyurduktan sonra bir apartman bodrumundaki odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titreyen köpek yavrusunu görünce kucağına alıverdi.
Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu.
Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havladı ki önce fakir adam uyandı. Sonra bütün apartman kalktı.
Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp ölümden kurtardılar.
Bütün bunların hepsi bir TEBESSÜM’ün sonucuydu.
Evet değerli dostlar…Sadece ve sadece bir tebessüm…Ve öğretmenlik iç güdüsü…Hepsi bu.
Not: Eda’nın anne ve babasından hiç bahsetmedim değil mi?...Annesi kızını o haliyle terk edip bir başka adama kaçmış bir anne müsveddesi…Babası ise ilçe ilçe dolaşarak pazarcılık yapan bir adamdı. Eda’yı haftada ancak bir gün görebiliyordu. O bakımdan Eda adeta dedesinin kızıydı.