8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
990
Okunma

BÖLÜM -4- DAM ÜSTÜNDE SARI ÇİÇEK OY OY OY…BURDAN GAÇAK ÜRGÜP’E GÖÇEK NENNİ DE FERİDE’M NENNİ.
Hacı Bektaş-ı Veli deyince aklınıza uçsuz bucaksız bir derya gelsin. Onu anlatmak için öyle bir kaç sayfa yeterli olur mu hiç?
Onun hikmetli sözleri üzerine bile ciltler dolusu kitap yazılır. Buyurun bazıları , türbesinin kitabesinde yazılı olanları okuyalım.
Ara. bul.
İncinsen de, incitme.
Kadınları okutunuz.
Murada ermek sabır iledir
Araştırma açık bir sınavdır.
Eline, diline, beline sahip ol.
Her ne ararsan, kendinde ara.
Arifler hem arıdır, hem arıtıcı.
Bir olalım, iri olalım, diri olalım.
Marifet ehlinin ilk makamı edeptir.
İnsanın cemali, sözünün güzelliğidir.
Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız.
Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme.
İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu.
Nebiler, veliler insanlığa Tanrı’nın hediyesidir.
Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız.
İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
Bana kalsa Hacıbektaş-ı Veli Türbesinde günlerce kalmak isterdim. Ama daha yolumuz vardı. Bu külliye içerisinde yer alan iki önemli türbeyi daha ziyaret etik. Bunlardan biri Balım Sultan Türbesi, diğeri de Güvenç Abdal Türbesiydi. Her ikisi de Hacı Bektaş-ı Veli yolunun sadık erenleriydi. Tabii ki başka mezarlar da vardı ama unuttum kimlere ait olduklarını.
Ben bu külliye içindeki üç şeye çok takıldım. Başlarından ayrılamadım bir türlü. Birincisi dergahın mutfak olarak kullanılan bölümü. Orada her gün o koskoca kazanlarda yemekler pişiriliyor ve fakir fukara halka dağıtılıyormuş. İkincisi Balım Sultan Türbesi önündeki dut ağacı: Onu Hacı Bektaş-ı Veli’nin kendisinin diktiği söyleniyor..Üçüncüsü ise yukarıda resmini gördüğünüz Hz. Ali’nin bizzat kendisinin yazdığı mektubun orijinali…
Ayrılmak zor olsa da Hacıbektaş İlçesini de arkamızda bıraktık ve yolumuza devam ettik.
Yolda otobüsümüzün yedek şoförü hepimizi şaşırtan bir şey söyledi. ‘’Ben şu otobüsün kapısına elimi sürmeden açıp kapatabilirim…’’ Önce ‘’olamaz’’ dedik. Özellikle müdürümüz öyle sihire, göz boyamaya filan pek inanmazdı. Bizler aklımıza gelen bir sürü ihtimali söyledik ama adam hepsine ‘’Yok öyle değil dedi ‘’ Sonunda dayanamadık ‘’Haydi yap da görelim’’ dedik…Adam elini açıp kapadı. Sonra bize: ‘’ Ben size kapıyı açarım demedim ki . Kapıya elimi sürmeden, elimi açıp kapatırım’’ demek istemiştim’’ dedi.Kısacası bir kelime oyununa gelmiştik ama çok hoş bir anı olarak kaldı bende.
Hacıbektaş’tan sonra yol güzergahında en dikkat çeken şey evlerin hep taştan olmasıydı. Değişik bir mimari ve bize oldukça farklı gelen bir yapı tarzı. Ama çok güzel…Özellikle de Avanos evleri...
Avanos’tan sonra Zelve denilen yere geldik. Böylece ilk kez peri hazretlerinin bacaları ile karşılaştık. Çocuklara ‘’İşte Peri bacaları bunlar’’ deyince sordular tabii ki ‘’Hocam bunları periler mi yapmış ?’’ diye. Onlara Coğrafya derslerinde okudukları rüzgar aşındırması olayını bir kez de burada anlatıp olayın perilerle bir bağlantısı olmadığını aktardık…Gerçi o civarda ve daha sonra gittiğimiz Ürgüp’te hediyelik eşyalar satan pek çok peri vardı ama bu oluşumla onların hiç bir ilgisi yoktu.
Ürgüp’e vardığımızda benim ayaklar artık iyice iflas etmişti. Resmen su toplamışlar kabar kabar olmuşlardı. Ben Ayşe 09 Kardeşimin bir yazısında resmini yayınladığı o yere gelince resmen ayakkabılarımı çıkarıp çöktüm oraya. Bizim yavru oğlakların tepelere tırmanışlarını seyrettim. Araba Derinkuyu’ya doğru hareket edinceye kadar da bir daha kalkmadım yerimden. Japon Turistler ise Ürgüp’te, Kapadokya gezilerinde bir Hint Fakiri görmenin şaşkınlığı ile bol bol fotoğrafımı çektiler.
Göreme ha? Hem de bana? Gördüm valla…İstedikleri kadar ‘’Göreme ‘’ desinler.
Derken efendim Derinkuyu’ya vasıl olduk. Önce bilet sorununu halletmek gerekiyordu tabii ki. Ben öyle yalınayak başı kabak kapıdaki biletçiye yaklaşıp da ‘’ Kardeş biz yoksul bir okulun yoksul öğretmen ve öğrencileri…’’ der demez adamcağız halimize acıdı ve ‘’Tamam abi aranızda denkleştirip üç bilet parası atın, geçin içeri ‘’ dedi. Usulen dört öğretmen, aramızda para denkleştirip üç biletle kırk üç kişiyi içeri soktuk.
Derin kuyu gerçekten de çok derindi…Git git bitmiyor…in in tükenmiyordu. Daracık dehlizlerden, koridorlardan geçiyor az geniş bir odaya ulaşıyor sonra tekrar loş koridorlara dalıyorduk. Değil iki insan, normalin üzerinde kilolu bir insanın bile o koridorlarda yürümesi oldukça zor. Rivayete göre Roma imparatorlarının işkence ve zulümlerinden kaçan ilk hristiyanlar 300lü yıllarda buralara kaçıp kimse kendilerini bulamasın diye bu yapıyı yapmış ve buralarda yaşamışlar. İnsanların inançları uğruna nelere katlanabileceğinin en açık delili.
Derinkuyu macerası da bittikten sonra Nevşehir’e geldik. Yollarda gördüğümüz doğal ambarlar en çok ilgimizi çeken şey oldu. Burada patates ve elma saklanıyordu genel olarak. Ama ta Antalya’dan gelen limon bile çürümeden uzun süre saklanabilsin diye bu doğal soğuk hava depolarına konuluyordu.
Dönüş yolundaki bir diğer ilginç manzara ise Tuz Gölü idi. Hayatımızda ilk defa o kadar çok tuz imalathanesi ve adeta tuzdan oluşmuş dağlar gördük. Tuz Gölü ise bembeyaz, köpükten bir göldü adeta. O civarda hediyelik eşya satanlar tuz gölüne atarlarmış minik vazo ve bibloları…Sabahleyin de üzeri tuz kristalleriyle kaplı bir şekilde alırlarmış gölden. Harika bir görüntü…Görmek lazım.
Artık gün Pazartesi’ye dönmüştü. İki günlük gezi üçüncü güne dönerken sabah kahvaltımızı Şereflikoçhisar Yatılı Bölge okulunda yaptık ve ancak akşama doğru Kocaeli’ye, okulumuza döndük.
O gece öyle bir uyumuşum ki onun tarifini yapmam için ayrı bir dizi hazırlamam gerekir.
BİTTİ: