12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2708
Okunma

Birkaç gün önce bir kopya olayı hakkında yazmıştım. Tabii ki kopya deyince hemen akla öğrenciler gelir. İyi de öğrencileri kopya çekmesin diye gerekirse masalar üzerinde cambazlık yapan, teknolojinin imkanlarından faydalanıp sınıflara kamera sistemi kurduran idareciler ve öğretmen milleti kopya çekmez mi?
Öğretmen milleti de kopya çeker. Öğrenciler kadar profesyonelce olmasa da öğretmen milleti de yeri geldiğinde kopyanın âlasını çeker. Ama yine de resmi işleri öğretmenlik olsa da kopya çektikleri anda birer öğrencidirler.
Kafalar karıştı sanırım. Durun anlatayım.
2000 yılıydı sanırım…Okullara bir genelge geldi. Bu genelge gereğince tüm öğretmenler bilgisayar kullanmasını öğrenecekler. Neymiş efendim milenyuma girerken bir öğretmenin bilgisayar kullanmayı bilmemesi çok ayıp oluyormuş. ( Genelgede böyle yazmıyor ama o upuzun genelgenin meali de, tefsiri de bu. )
Okulda bilgisayar bilenler ayrı tutulmak kaydıyla bilmeyenlerin hepsi bilgisayar öğrenme kursuna katılmak mecburiyetinde. Aslında ben biliyorum bilgisayar kullanmayı. Mesela bilgisayarda ‘’Ali ata bak ‘’ yazabiliyorum. Ama bu kadarı yetmiyormuş. İşin doğrusu benim veletlerin hep övüne övüne girdiklerini anlattıkları o internet denilen aleme ben de girmek istiyorum.
Sonunda kursumuz başladı. Öğretmenimiz ise en fazla yirmi beş yaşlarında…Endüstri Meslek Lisesinde Bilgisayar Öğretmeni olan bir delikanlı.
Çocuk …Pardon genç öğretmenimiz, bizim gibi kaşarlanmış koca kurtlara bilgisayar kullanmayı öğretecek.
Vatandaş önce bize bilgisayarı tanıttı. Bilgisayar hazretleriyle zaten bir tanışıklığımız, ara sıra uzaktan da olsa merhabamız vardı ama o kadar da samimi değildik. Demek ki dostluk ve muhabbeti ilerletecektik.
Bir kaç gün içerisinde artık ‘’fare’’nin sadece bir hayvan olmadığını, ‘’masa üstü’’ denilince evimizin ya da okuldaki masaların üstünün kastedilmediğini, ‘’tıkla’’ dendiğinde elimizle kulağımızı tutup masanın üzerine tık tık yapmamamız gerektiğini, ‘’Pencere aç ‘’ denilinde pencereye koşmamamız gerektiğini, ‘’Kopyala dendiğinde karbon kağıdı bulmak zorunda olmadığımızı öğrenmiştik. Artık öğretmenimiz ‘’yapıştır ‘’ dediğinde zamk aramıyorduk. ‘’Hocam dosya , ya da klasör aç’’ dediğinde raflardaki dosyalara da koşmuyorduk.
Yine de bazı teknik arızalar oluyordu tabii ki. Mesela bir seferinde ‘’Hocam her hangi bir yazı kaydedemiyorum’’ dediğimde hocamız ‘’Bilgisayar çok dolu…Bazı dosyaları sil’’ demişti. Ben de epey uzun bir zaman harcayarak bilgisayarın belleğinde ne kadar dosya varsa hepsini sildim. Baktım zavallı bilgisayar küstü bana resmen. Garibim öylece olduğu yere çöktü.
Arkadaşlardan bazıları nerelerden öğrenmişse incecik bir şey getiriyorlar onu bilgisayarın bir yerlerine dürtüp program ya da oyun filan yüklüyorlar ( hani şu cd lerden önce bir şey vardı ya adını unuttum. İşte o ) Hoca ‘’Arkadaşlar formatsız zımbırtı ( Ya zorla değil ya unuttum adını ) sokmayın bilgisayara virüs kaptırırsınız diyor. Biz başlıyoruz o zımbırtıları getirenlere kızmaya ‘’ Arkadaşım ne diye getirirsiniz o zımbırtıları hepimizi hasta edeceksiniz. Baksana hoca ne diyor…Gidin format her ne ise ondan attırın da millete mikrop bulaştırmayın.’’
Bazen sesleniyorduk öğretmenimize:
-Hocaaamm (Bazen ‘’evladım’’ diyenler de oluyordu aramızda.) …Hiç bir şey yazamıyorum.
Geliyordu garibim…Bakıyordu…
-Hocam ekran donmuş.
-Hayret bir şey yahu. Bu sıcakta ha? Kaloriferler cayır cayır yanıyor…İçeride neredeyse atlet katına oturacağız ama ekran hazretleri donmuş ha?
Ah benim garibim Bilgisayar Öğretmenim. Simsiyahtı saçları kursa başlarken…İki ay sonra ise neredeyse yarısı bembeyaz olmuştu.
Bu arada o sene emekli olacak olan Matematik öğretmeni arkadaşım Ahmet Bey bir tek defa olsun parmaklarından herhangi birini bir tek tuşa dokunmadı. ‘’Hocam dokun şu bilgisayara, korkma seni yemez’’ dediysem de her seferinde ‘’ Neme lazım yahu yanlış bir yere dokunup bozar mozarız işin yoksa bir de bilgisayar parası öde..Yok yok ben böyle iyiyim’’ diyerek elini bile sürmedi bilgisayara.
Derken efendim iki ay sonunda artık hepimiz bir Bill Gates olmuştuk (!) Geriye kala kala bir sınav kalmıştı. O sınavı da halletlik mi ellerimizde koskoca bir ‘’ Bilgisayar eğitimi görmüştür ‘’ belgesi olacaktı.
Nihayet sınav günü de gelip çattı. Hocamız soruları dağıttı. Aslında hepimiz en az yüz üzerinden elli paun alabiliriz. Sorular o kadar da zor değil. Ama bizim gibi bilgisayar dahilerine elli puan yeter mi hiç? Yüz, bilemedin 90 puan almalıydık en az ki müdürümüz havasını bassın ‘’ Benim öğretmenlerime bakın. Ne kadar başarılılar ‘’ diye.
Sınavın başlamasıyla birlikte eller masaların gözlerine uzandı. Notları yazdığımız defterler güya çaktırmadan çekiliyor, sayfalar karıştırılarak soruların cevabı bulunuyor ve kağıtlara aynen aktarılıyor. Bu arada ellerine yazmış olanlar ellerine bakıyor. Bazıları da önündeki ya da yanındakinin kağıdına resmen röntgencilik yapıyor.
Zavallı öğretmenimiz önce bir iki müdahale etmek istediyse de neticede kopya çekenlerin çoğu bir zamanlar kopya çekmesin diye canına okumuş olan hocalarıydı. Zamanında ona kopya çektirmeyen hocaları şimdi açık açık, resmen kopya çekmekteydiler.
Bilgisayar öğretmenimizin yarısı beyazlanmış saçları o sınavın sonunda tamamen beyazlaşırken ben de şunu anladım: Yaşınız kaç ve işiniz ne olursa olsun öğrencilik havasına girdiğiniz andan itibaren genetik şifrenizde mutlaka bir değişiklik oluyor. Ayrıca öğrencinin kopyacılığı neyse de öğretmenin kopyacılığı berbat bir şey…Ne estetiği var, ne sanatsal bir tarafı ne de emek ürünü.