10
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
4502
Okunma

BÂKİRE KIZ VAR, BÂKİRE!
“Aynıyla vâki, otuz iki kısım tekmili birden” derdi ya Turhan Selçuk, işte bu hikâye de aynıyla vâkidir. “İnsan olan ders ala” diyerek başlayalım, utanmaz insan cinsine lâtife olsun.
1980 yılında Patnos henüz 6800 nüfuslu irice bir köydü, ilçe geçinen. En iyi arkadaşım Dr. Oray ile onun iki bölümlü muayenehanesinde sık sık çay içer, konuşurduk. Oray av delisi bir doktordu. Askerliğini bitirdikten sonra bölgede gani olan av hayvanları ve eşşiz doğal güzellikler nedeniyle orada kalmış, karısının yırtınmalarına karşın hem av merakı, hem de onu çok seven dostları, hastaları yüzünden ayrılamamıştı.
Çarşı içinde ön tarafı 20 metrekare, arkası 15 metrekare olan eski püskü bir dükkânı vardı. “Muayenehane” derdi buraya gülerek. İlçenin tek (veteriner-doktor ) unun her zaman çok kalabalık olurdu muayenehanesinin ön tarafı. Burada yanan yağ sobasının etrafı hep keçiler, koyunlar, para yerine getirilen kazlar ve yumurta sepetleriyle dolu olurdu. Kapıda yaralanmış eşek ve yılan sokmuş at bile görmüştüm.
Onun doktorluğu öğleden sonra biter, kar kış demeden mutlaka ava çıkardı. Benim ise av merakım hiç olmadığından onunla pek gitmezdim. Yine de ikram ettiği keklik ve ördeklerin tadını unutmam. Bir gün öğleden sonra “Hadi çıkalım” dediğimde bir hastaya operasyon yapacağını söyledi. Benim de kalmamı istiyordu. Çaresiz kalacaktım.
İçeriye on beş yaşlarında, acıdan iki büklüm olmuş bir kız çocuğu, annesi ve babası girdiler. Hemen muayene odasına alındıklarına göre hastalığı çok önemli, diye düşündüm. Kızın çığlıkları insanın içini bir tuhaf ediyordu. Sonra beni çağırdı içeriye Oray. İçeri girdim. Hemşiresi bile olmayan kovboy kasabası doktoru, kızın kollarından kuvvetlice tutmamı istiyordu. Kızın babası ise bağırarak benim mahrem olduğumu, kızına dokunamayacağımı söylüyordu. Tabi yanlış anlaşılmasın diye ben kıza bakmıyordum. Ama masada yatan kızı tutacaksam bakmalıyım diye düşündüm. Kıza bakmak zorunda kaldım. Belden yukarısı çıplak, kollarından masaya bağlı ve kıpırdamaması için beni içeriye çağırmışlar. Kızın iki memesinin tam ortasında, bir üçüncü meme gibi duran, kırmızı bir top var. İçinin kan ve iltihap dolu olduğunu görmemek için çok cahil olmak gerekiyor.
Oray “Eğer bu yarayı patlatmazsam kan zehirlenmesi başlamış, kız ölecek” diye yırtınıyor. Baba ise kızının bir başka erkek tarafından görülemeyeceğini söyleyerek önüme geçiyor. Adamı kollarından tuttuğum gibi kapıdan dışarıya fırlatıyorum. Anne içeride kalıyor.
Hasta kızın iki omuzuna bastırarak onu kıpırdatmadan tutuyorum. Oray, iltihaplı yaranın uyuşmayacağını söyleyip neşteri hemen vuruyor. Kan ve irin oluk gibi ilk tuttuğumuz küvezi hemen dolduruyor. Kızı oturtuyoruz, ben yine kollarını, omuzlarını tutuyorum. Gözüme kızın sağ memesinin ucunun olmadığı çarpıyor.
Bir ara Oray ellerini yıkamak için çıktığında kız ağlayarak “Ağabey, bana keser vurdular. Bıçakla dağladılar” diyebiliyor. Çok acı çekmekte zavallı yavrucak!
Hemen kızı minibüse bindirip Ağrı’ya, sonra da Erzurum’a götürüyorlar. Üçüncü gün camiden sela veriliyor “Bilmem ne kızı Ayten, vefat etmiştir” diye. Kız kan zehirlenmesinden ve mikrop kapmaktan ölüyor.
Hikâyesi şöyle garibin: 13 yaşında, okula hiç gönderilmemiş olan, erkek sineklerden bile uzak, mahpus kızımız pazarda eşek arar gibi kız arayan bir Diyarbakır köylüsüne on iki bin liraya satılır. Üstelik adamın parası yetmez de iki balya tütünle tamamlar borcunu. Orta yaşlı, üstelik dindar kardeşimizin beşinci karısı olarak götürürler Ayten’i köye. İlk iki yıl fena geçmez. Sonra kızın ergenlik dönemi başlayınca huzursuzluk da artar. Kızın sadece yere bakmasını isteyen adam, onun gençlere baktığını söyleyerek sağ memesini kızgın bıçakla dağlar. “ Valla, bakmıyordum Ağabey’’ diye kendisini savunuyordu. Sonraki günlerden birinde adam sabah namazı için abdest alırken bahçede suyu ibrikten eline diye yere döken Ayten’e sinirlenir. Eline geçirdiği keserin ağız tarafıyla öyle bir vurur ki, iki göğüs arasındaki çatala göğüs kafesinin kemiklerini un ufak eder küçücük yavrunun. Sonra kızı bir otobüse bindirip karnında üç aylık yavrusuyla baba evine yollar. Üstelik “İşe yaramaz” diyerek.
“Bir an dalmıştım Ağabey” dedi. “İnsanlık hali kızım, dalabilirsin.” dedim.
Baba çok kızar, ama geri gönderildiğine değil. Hamile haliyle, doğurmadan nasıl satılacağına... Sonra malum enfeksiyon, zehirlenme, kırık kemiklerin ciğere saplanması gibi nedenlerle ölür zavallı Ayten.
Herkes namazdayken Oray ile oturuyoruz, sonra çay falan içiyoruz. İki gözü iki çeşme ana, baba, ağabeyler, küçük bacılar mezarlıktan geliyor minibüsle. Kızın doktorda kalan, Diyarbakır’ lının almaya unuttuğu bileziklerini almak için. Köye gidecekler de.
Oray elini sıkıyor kızın babasının. Ben, çok doluyum. Uzatılan eli “Dümbüklerin elini sıkmam” diyerek reddediyorum. Adam dümbük kelimesinin ne demek olduğunu bilmiyor. “Neden hemen kızı doktora getirmedin, yirmi beş gün beklettin?” diyorum. Gülümseyerek “Kadın doktor olsa getirirdim. Doktor bey onun ağabeyidir, ama ne bilem işte...” diyor.
İçinizden biri “Sen ne yaptın peki?” diye sorar gibi. Ben hiçbir şey yapmadım. Sadece yarı maaşım, Ağrı’da yaptırılan iki ön dişin parasına gitti. Savcı “Biraz sert vurmuşsun, elin de kanamış. Ne gerek var böyle fevri hareketlere? Öde adamın dişlerini” dedi.
Sağ elimin, orta parmağının üzerindeki kesik bana hem Ayten’i, hem de memleketimin gerçek dramlarından birini hatırlatır.
Kasıla kasıla “Bâkire kız vardır. Hadi iyi bâkire kız!” diye yabancı kulaklarına fısıldanan kasaba meydanlarını da...
Yaşar OVALI 22 Şubat 2012