15
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1946
Okunma


Okullar kapanmış herkesi, bir tatil telaşıdır sarmıştı. Aynı heyecana bende kapılmıştım. Çünkü annem, kardeşim Selim, karısı ve iki kızı yaz tatilini geçirmek üzere, büyük ağabeyimin Mersin’deki çiftliğine geleceklerdi. Çiftlik, Toros dağlarının ortalarında , vadiye bakan ve içinde kendi gölet’i, havuzu, küçük çapta birkaç çeşit hayvanı olan güzel ve huzur dolu bir yerdi.
Yola çıktıkları gün, sabah erkenden uyandım. Mersin’e yaklaşana kadar birkaç kez telefonla arayıp, nerelere vardıklarını sordum. Heyecandan evin içinde odadan odaya geçip dururken, yine birlikte olcağız, çocuklar değişik bir tatil geçirme imkânı bulacaklar diye sevinç içindeydim.
Nihayet Mersin’e vardıklarını bildiren telefonu aldım. Evde bazı hazırlıklar yapmıştım, ama yorgun olduklarını, her molada bir şeyler yediklerinden tok olduklarını, direkt olarak “BEYDEDE”ye (çiftliğin adı bu) geçmek istediklerini söylediler.
-Eh!... Madem yorgunsunuz, hadi gidin, dedim… Ben yarın kahvaltı zamanı nasılsa gelirim yanınıza.
İstanbul’dan Mersin’e uzun bir yolculuk yapmışlardı. Dinlenmek haklarıydı. Bir gün daha görmeden durabilirdim. Sağ salim varmışlardı ya o bana şimdilik yeterdi. Ertesi sabah tam vaktinde çiftlikte almıştım soluğu. Demir kapının önüne geldiğimde, PAŞA kapıya koşup inlemeye başlamıştı bile. Hemen arabadan el frenini çekip indim ve görevliyi beklemeden, demir kapıyı var gücümle sağa doğru iterek açtım. Paşa da o hızla koşarak gelip üstüme atıldı.
Öyle hızlı vurmuştu ki patilerini bedenime, az kaldı sırt üstü yıkıyordu beni yere. Aslında daha 7 aylıktı. Bir Kangal olduğu için şimdiden böylesine irileşmişti. Elimize doğmuştu kerata, kardeşleri içinde en oyunbaz ve sevimlisi oydu yavruyken. Kardeşim yavrulardan birini İstanbul’a getir bir geldiğinde, bahçeye lazım bir köpek dediği için ben de en sevimlisi diye, onu seçip götürmüştüm.
Uslu oluşundan ve asil tavırlarından PAŞA adını takmışlardı. Ancak PAŞA büyüdükçe onların küçük bahçesine sığamaz olmuş ve etrafı talan etmeye başlayıp, konu komşunun da korkulu rüyası haline gelince, çiftliğe geri getirilmişti. Şimdi burada varlığıyla korku salmıştı çevrede. Yüksek duvarların ardından bile yoldan geçenleri, titretiyor, her sese, her duvara yakın yürüyen vatandaşa, , bir köşeden diğerine koşup çılgın gibi havlayıp duruyordu.
Ama nasıl anlıyordu bilmem, ne zaman biz o koca demir kapıya vardığımızda, görmediği halde, havlamıyor sadece inliyordu. Her buluştuğumuzda hemen iki elimle yanaklarındaki tüylerden sıkıca tutup çekiştirmeye gıdısı’nın tam altından kaşımaya başlardım. O da hemen ayaklarımın dibine yayılır 4 patisini havaya dikerek karnını okşatmak isterdi. Şimdi de, yine serilmişti ayaklarımın dibine.
- Hadi PAŞA çekil önümden de içeri gireyim önce dedim. Şimdi cilveleşmenin sırası değil.
Ama Paşa anlar mı? Bırakmıyor ki yeniden arabaya binip de içeri gireyim. Ha bire sırnaşıp duruyordu. Bahçe görevlisi Halil sesimizi duyunca koşup geldi. Paşayı tasmasından tutarak, kenara aldı da ben içeri girebildim. Doğruca evin kapısının önüne gidip yandaki sundurmanın altına park ettim. Onca sese rağmen bizimkilerden çıt çıkmamıştı. Anlaşılan yol yorgunluğunu hala üzerlerinden atamamışlardı. Zile basmakta tereddütte kalmışken Halil seslendi.
“Abla, Selim ağabey, alt katın mutfağında, İstersen o tarafa gidebilirsin!”
Alt katın mutfağı ana binanın önündeki göle bakıyordu ve göl tarafına açılan bir kapısı bulunuyordu. Yaklaşırken kardeşim camdan geldiğimi görmüştü. Hemen koşup kapıyı açtı ve hasretle kucaklaştık. Beş kardeştik, üç ağabeyim vardı, Selim ise benden küçük olduğu için kardeşimdi. O yüzden ona düşkünlüğüm bir başkaydı. Ablası olduğumu unutup, anası sandığım çok olmuştur kendimi. Becerikli, elinden her iş gelen biri oluşu yüzden de ayrı gururlanırım kardeşimle. Her zaman ki gibi yine herkesten önce uyanmış, çayı demleyip sofrayı bile hazır etmişti işte.
-Herkes yorgun, kıyamadım kaldırmaya, dedi. Kendileri kalksın diye bekliyordum.
-İyi etmişsin, dedim. Onlar kalkana kadar, biz de iki kardeş laflarız biraz.
Kahvaltı büyük bir coşku içinde geçmiş bol hasret giderip akşamüstüne kadar birlikte harika bir vakit geçirmiştik. Tek keyifsiz olan annemdi. Yol ona çok uzun geldiğinden hala kendine gelememişti. Akşam üstü eve gitmek için ayaklandığımda çocukların hiç hoşuna gitmedi. “Hala, kal lütfen gitme” diye yalvarıyorlardı, ama eşim Julian evde olduğu için dönmem gerekiyordu. Daha sonra birlikte gelip birkaç gün onlarla kalacağımıza söz verip yüzümde mutluluğun gülüşü oradan ayrıldım
Çiftlikle evin arası 30 – 35 dk. Mesafede indi. Dağdan iniş daha çabuk olabiliyordu da trafiğin durumuna göre. Gün boyu evde olmadığım için, yolda bir yerde durup fast food tarzı bir şeyler aldım. Julian Allah’tan yemek konusunda seçici değildi. O yüzden rahattım. Eve varıp, oda karnını doyurduğunda, iyice rahatlamıştım. Bol hareketli ve yorucu bir gün olmuştu benim için. Bir duş aldıktan sonra, televizyonu açıp karşısındaki kanepeye uzandım.
Az sonra telefon çalmaya başladığında yerimden fırladım. Ses geliyordu ama telefonu nereye bıraktım bir türlü bulamıyordum. Sese doru koştururken, hala çantamda olduğunu hatırladım. Zaten o da inatla çalmayı sürdürüyordu. “Şurada bir keyif yapacaktım kim bu ya!” diye içimden söylenerek cevapladığımda;
-Abla çabuk gel ne olur, çok kötü bir şey oldu, diye feryat eden kardeşimin sesini duydum.
Daha bir saat önce ayrılmıştım yanlarından. Ne felaketi olabilirdi ki? İlk aklıma gelen annemin rahatsızlanmış olabileceğiydi.
-Ay! Ne oldu? Anneme mi bir şey mi oldu? diye bağırıyorum diğer taraftan.
-Yok, abla, annem değil… PAŞA Bilge’ye saldırıp, yaraladı. Arabam da ne olduysa çalışmıyor. Yalvarırım çabuk gel.
O telefonu nasıl kapattım ve ıslak saçlarım üzerimde şort pijamam ile kendimi nasıl garajda bulduğumu bilmiyorum. Allahtan otobana çok yakın bir yerden giriliyordu. Bir yandan ağlıyor bir yandan son sürat arabayı sürerken, PAŞA Bilge’yi neden ışırsındı ki ? diye düşünüp duruyor, buna bir türlü akıl erdiremiyordum. Yolu yarılamıştım ki yeniden telefon çaldı. Arayan kardeşimdi.
-Abla komşular ambulans çağırmıştı dedi. Şu anda dağdan aşağı inmekteyiz, sen nerdesin?
-Çıkışa yakın kavşağa yaklaşıyorum, birazdan tırmanmaya başlıyacaktım.
- Ablacığım tamam, ne olur sakin ol, ağlama… dedi. Az sonra biz kavşağa inmiş olacağız, siren sesini duyarsın zaten, sen de arkamıza takılırsın.
-Tamam ablam… Bilge’nin durumu nasıl? Neresini ısırdı çocuğun?
-Her iki bacağını da fena ısırdı abla.
Bana ağlama diyordu ama burnunu çekerek konuşmasından, salya sümük gittiğini anlamıştım. Çok geçmeden de siren sesi ulaştı kulağıma. Abulansın gidiş istikametine doğru durmuştum dikiz aynasından göründüğü an arabayı çalıştırıp, peşlerine düştüm. Son sürat onları gözden kaybetmeye çalışarak peşinden sürüyordum arabamı.
Her zaman çok kızardım, ambulansa yol verip, sonra arkasına yapışarak onun yol hâkimiyetinden istifade ederlere. Beni görenlerin şimdi aynı düşüncede olacağı geliyordu aklıma. Ancak geçerli bir nedenim vardı, onlar bilmese de. Böyle düşünerek teselli payı çıkarıyordum kendime.
Ambulans acilden girdiğinde içeriye, arkasından yetişmiştim bende. Aracın kapısı açıldı, görevliler, Selim, ardından sedyeye uzatılmış yeğenim indirildi aşağıya. Bacakları kan içindeydi. Korkuyla açılmıştı güzel gözleri, yeterince ağlamıştı belli.
Onlar içeri koştururken, ben kalmıştım orada. Kapıdaki görevlilerden biri “Hadi bayan, lütfen çekin arabanızı buradan “diye başıma dikilmişti çünkü. Haklıydı da, acil kapısıydı orası işgal edemezdim ki. Hiç itiraz etmedim ancak nereye gideyim bir türlü bilemedim. İlk kez geliyordum devlet hastanesine ve tanımıyordum bölgeyi. Şansıma hemen bir otopark görüp daldım içeri. Anahtarı görevlinin eline tutuşturduğum gibi, kesilecek makbuzu bile beklemeden hastaneye koşturdum yeniden.
Sanki bütün vakalar o gece olmuş gibi acil insan kaynıyordu. Bizimkileri bulduğumda, Bilge’ciğim hala sedye üzerinde bekliyordu. O zaman gördüm bacağındaki derin ısırıkları. Sanki sıkıştırılmış sünger bir yastık yarılmışda, içinden, sarı süngerler dışarı pırtlamış gibi, yağları çıkmıştı dışarı. Nasıl oldu da oraya yığılıp kalmadım bilmiyorum.
Baldırlarının iç kısmından ve bayağıda yukarıdan dişlemişti çocuğu PAŞA, hem de bir değil birkaç defa. Sözde yemek yerken rahatsız edildiği için yapmış. Görevlinin kızı ile birlikte yanına yaklaştıkları sırada atlamış çocuğun üzerine. Allah’tan tasmasından bağlıymış yoksa sonuç çok daha vahim olacakmış.
Nihayet ona bakılmaya sıra geldiğinde, Doktor, dikiş atmaktan yana olmadığını söyledi. Bir genç kız olduğunda izleri kalacağından, rahatsız olabilir diyordu. Yara bu şekilde kendini daha kolay onarabilirmiş. “ Israrcı olursanız dikeriz elbet,”dedi. İlerde estetik yaptırırsınız.
Çocuk zaten acıdan yeterince perişan durumdaydı. Dikiş mikiş diye konuşulduğunu duyunca yeniden ağlamaya başlamıştı. Hep birlikte “Tamam, dikiş yapmayın o zaman” diye atıldık. Ancak, Kuduz iğnesi olmaktan kurtulamadı yavrucak. Üstelik iki hafta boyunca 3 günde bir. Tatilinin yarısı boyunca da bir sünnet çocuğu gibi gezdi garibim. O gün hastaneden çıkarken şaka yollu takılmıştım.
-Bilge’ciğim, PAŞA‘nın sana hoş geldini böyle oldu demek!
Çok dirayetli bir kızdı. Acısını unutup muzipçe gülümseyerek;
-Eğer hoş geldin’i buysa dedi, güle güle demesi nasıl olacak kim bilir?
O halinle bile 8 yaşında yeğenim yaptığı espri ile hepimizin de yüzünü güldürmüştü. Şimdi 12 yaşında ve çok şükür, doktorun dediği gibi belli belirsiz izler kaldı bacağında. PAŞA mecburen bir süreliğine Kuduz konturolu için bakım evine gitmişti. Elbette ki sağlamdı. Tekrar çiftliğe geri getirildi.
Ancak bu olaydan sonra hırcın ve asabi bir köpek haline gelmişti. Hepimiz çok sevdiğimiz halde, kendisinden korkar olmuştuk. Çiftliğin yakınında yaşayan bir avcı, ne zamandır Halil’e bana verseniz keşke diye söyler dururmuş. Oturup konuştuk ve oy birliği ile onu gözden çıkarttık. Giderken arkasından ağlaştık bile, ama bir daha hiç görmedik.
Sadece bir kaç resmi kaldı hatıra olarak elimizde..
Konu fotoğrafında PAŞA benimle birlikte. Ne azmanmış görüyorsunuz işte :)