21
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2240
Okunma

Çeyrek asırlık ömrümün belki de yarısını, zenginliğiyle meşhur dedem Hacı Abdullah Gani Efendiden kalacak mirasın hayaliyle geçirdim. Adamcağız henüz kanlı canlı haliyle karşımda durup dururken bile, ben onun definden sonra açılacak vasiyetini hayal ediyordum. Bir zaman sonra bu düşünce bende hastalık halini aldı. Ne zaman yalnız kalsam, kendimi Hacı Abdullah Gani Efendinin, takriben daha ne kadar yaşayabileceğini hesap ederken buluyordum. Ellerinin üzerindeki yeşil çilli derinin günden güne büzülüp inceliyor, derinin hemen altındaki kalın damarların etrafının morarıyor olması beni nasıl mutlu ediyordu bilemezsiniz.
Annem dedemin bu ölüm habercisi nişanlarına ağlayıp sızlarken, ben dedemin; kulağım işitmiyor, gözüm görmüyor, kalbim duracak sanki… kabilinden şikayetleriyle içten içe bahtiyar oluyordum.
Dedem oturduğumuz kente çok da uzak olmayan Hicaplılar Köyünde yaşıyordu. Her hafta vaziyetinin ne alemde olduğunu görmek için elli lira taksi parasına kıyıyor, o köye gidiyordum. Dedemin hısım akrabası bu davranışımı takdir ediyor, “Bu zamanda nerede böyle hayırlı torun” diye iç geçiriyorlardı. İçimdeki melun maksadı bilselerdi, belki de beni Hacı Abdullah Gani Efendiden evvel ahirete gönderirlerdi.
Ne zaman köye gitsem dedemi bahçesindeki dut ağacının dibinde demlenirken buluyordum. Kasketini yüzüne çekiyor, iki elini ensesinde kavuşturup bir de bacak bacak üstüne atıyordu. Ondaki bu keyfi gördükçe nefesim daralıyor, ağlayacak gibi oluyordum. O ise kasketinin altından beni her nasıl görüyorsa görüyor, her zamanki türküsünü söylemeye başlıyordu. “Tombalacık Halimem taş başına gel. Ben gidiyorum Bolu’ya düş peşime gel.” Beni her gördüğünde bu türküyü söylemesinin bir sebebi vardı elbet. Güya beni bir türlü uyutamadıkları gecelerde okusun diye dedeme götürdüklerinde, kulağıma bu türküyü fısıldarmış da şıp diye susarmışım. Zavallı ben, kim bilir nasıl bir korkuyla sesimi kesiyor, bu sese daha fazla tahammül edemediğimden gayri ihtiyarı uyuyup kalıyordum.
Her ne kadar bu türküyü hiç sevmesem de, gözümün önüne dedemin hesapsız servetini getiriyor, içimdeki isyankar ve huzursuz sesi bastırıyordum. Şunun şurasında Hakkın rahmetine kavuşmasına ne kalmıştı ki? Çok yakın bir zamanda genç yaşımda toprak sahibi olacak, dedemin elli ikisinin hemen ertesi günü, o işe yaramaz toprakları demet demet paraya çevirecektim.
Ne yazık ki beklenilen şey, pahası oranında naz yapıyormuş insana. Aylar ayları kovaladı. Ha bu yaz sıcağı götürür, ha şu kış soğuğunu atlatamaz derken, aradan hayli zaman geçti. Fakat Hacı Abdullah Gani Efendi dünyaya kazık çaktı. Ölmek bir yana dursun, haftadan haftaya gencelir gibi oldu. Öyle ki, bir ara “Evleneceğim” diye tutturdu. Çalıştığım dairenin hademesi Mustafa Efendi de Hicaplılar Köyündendi. Eksik dişlerini göstere göstere,
“ Bizim hanım, deden efendiye hatun arıyor” dedi. Elindeki paspasın sopasını çenesine dayayıp güldü bir de. Bu havadisi duyar duymaz küçük bir fenalık geçirdim. Ortalık aniden karardı. Mustafa Efendinin sözleri kulaklarımda çınladı bir müddet. Gerisini hatırlamıyorum. Müdür muavini Remzi Bey sonradan anlattı. Sürekli “Tombalacık Halimem” diye sayıklayıp durmuşum.
Neyse ki biri öbürü araya girdi de, dedem seksen üç yaşında evlenmekten vazgeçti. Yalnız ben eskisinden daha beter bir hale gelmiştim. Artık beklemeye tahammülüm kalmamıştı. Her sabah erkenden kalkıp, annemin sefer tasıma tıkıştırdığı birkaç haşlanmış patatesle, tozlu çamurlu yolları adımlayıp, kapısını herkesten evvel açtığım küf kokulu daireye gitmek işkence olmuştu. Fazladan; pek yakında buradan kurtulacağım düşüncesiyle işleri de boşlamış, kendimi yalnızca biricik hayalime adamıştım. Önümdeki evrakı temize geçerken bile içimden; Hacı Abdullah Gani Efendinin Mirasıdır, diye başlık atmak geliyordu.
Öteden beri rahatına düşkün bir çocuktum. Çalışmayı hiçbir zaman sevmedim. Nasılsa hudutsuz bir servetin varislerinden biriydim. Yalnız ben değil, dayılarım bile kendi haklarında aynen benim gibi düşünüyorlardı. Dedeme iki göbekten yakın hısım akraba da aynı düşüncedeydi. Fakat hiç biri bu ortak hayale benim kadar aşk ile bağlı değildi. Lise bitince birkaç ay keyfimce gezdim dolaştım. Memleket ekonomik buhran içindeydi, fakat bu beni hiç alakadar etmiyordu. Aksine bu vaziyete seviniyordum bile. Çünkü buhran dönemlerinde işe girmek imkansız gibi bir şeydi. Ne yazık ki bu sermest hayatım fazla uzun sürmedi. Babam iki üç hatırlı ahbabını araya koyarak beni şeker fabrikasına daktilo olarak soktu. İşte o zamandan sonra dedemin ölüm haberini beklemek ben de amansız bir hastalığa dönüştü.
Ne yalan söyleyeyim; bunun için pek de vicdan azabı çekmedim. Eğer mallarını vaktinde taksim etseydi, ölsün diye oruçlar adayacağımıza, çok yaşasın diye koçlar keserdik. İçimde bir parçacık dalgalanma olduğu vakit bu teselliyi aklıma getiriyordum. Belki de bu, arada sızlayan vicdanımı susturmak için bilinçaltım tarafından uydurulmuş bir mazeret idi. Her ne ise…Bu sıkıntılı bekleyiş, gündüzlerim biter bitmez gecelerime sirayet ediyordu. Rüyalarımın belki de yarısı dedemin eşkaliyle doluydu. Fakat içlerinden yalnızca birini hatırlarım. Zira bu rüyayı hemen her gece görüyordum. Hicaplılar Köyünün ihtiyar ahalisinden teşekkül sekiz on kişilik bir grup, köy meydanında el ele verip bir halka oluşturuyor ve gah öksüre gah tıksıra “Kutu kutu pense…Arkadaşım feşmankes arkasını dönse” tekerlemesini söylüyordu. Dedem elbette içlerindeydi. Her gece bir ihtiyar arkasını dönüyor, saniyesinde o ihtiyarın salası okunuyordu. Hepsi birer birer arkasını dönerken bizim ihtiyara bir türlü sıra gelmiyordu. Belki de üç beş dakika ancak zihnimden geçen bu rüya, kabarıp genişliyor ve bütün gecemi içine alıyordu.
Dediğim gibi, dedemde yeniden dirilme alametleri görülür olmuştu. Yedikçe yiyor, fakat buna mukabil hiçbir yerine bir şey olmuyordu. Öte yandan henüz kırk beşinde olan annem, akşam yemeğini azıcık fazla kaçıracak olsa, o geceyi hastanelerde geçiriyorduk. Dedemin konu komşusu onun çok yiyişi için “Senesine girdi besbelli” dedikçe biraz umutlanır gibi olsam da, onun kan fışkıran yanaklarını gördükçe moralim bozuluyordu. Demek ki ters giden bir şeyler vardı. Belki de ben çok istediğim için dedem bir türlü rahmete kavuşamıyordu. Bunu zihnimde hayli bir zaman tahlil ettim ve düşüncemde haklı olduğuma kanaat getirdim. Yine kabusla uyandığım bir sabah karar verdim; bir daha bu mevzuyu düşünmeyecek, her Cuma namazından sonra dedem için Allah’tan sağlık sıhhat dileyecektim. Bir süre kararımda sebat ettim. Üç beş hafta gibi bir zaman, Hicaplılar Köyüne de gitmedim. Böylelikle sanki biraz rahatlar gibi oldumsa da, bu rahatlık dönemi de pek uzun sürmedi. Fabrikanın ortaklarından birisi vefat etmişti. Müdür Bey beni Maliyeye gönderip, veraset ilamını almamı rica edince, eski hastalığım yeniden nüksetti. Elime aldığım veraset ilamında ölen Yakup Efendinin adı değil, dedem Hacı Abdullah Gani Efendinin adı geçiyor gibiydi. O dakika da bin bir zahmetle zihnimin küflü dehlizlerine hapsettiğim karanlık düşünceler, birer birer aklımın en işlek ve aydınlık yerine doluştular. O ilamı Yakup Efendinin yaslı karısına nasıl verdim hatırlamıyorum. Belki de vermedim de zorla elimden aldılar.
O hafta dedemi vilayette tam teşekküllü bir hastaneye götürüp tepeden tırnağa muayene ettirdim. Doktor sadece “Sapasağlam” demek için, benden üç aylığıma tekabül eden bir miktar para aldı. Köye dönerken, dedemin yüzündeki canlılık, her kilometrede bir kat daha artıyormuş gibi hissettim ve ciğerlerimden kopup gelen bir çığlık atmamak için kendimi güç zapt ettim. Ölmüyor, miras, bir türlü gelmiyor; gelmemekle birlikte cebimdeki son meteliği de alıp götürüyordu.
Artık beni görünce söylediği türküye de tahammül edemiyordum. Bir gün içimden yemin ettim. O öldüğü gün, ahalisi dağılır dağılmaz başına geçip tombalacık Halimem’i söyleyecektim.
Günün birinde iyice boşladığım işimden de kapı dışarı edildim. Böylelikle dedemden gelecek miras artık lüks olmaktan çıkıp, tamamen zaruret halini aldı. Artan harcamalarım, yığılan borçlarım, babamın “Kendi düşen ağlamaz” diyerek beni yalnız bırakışı, kıyıda köşe de kalan azıcık insaniyetimi de alıp götürdü. Bütün hayatını var olup olmadığı bile kati olmayan bir mirasa adayan ben, artık yataklı tedavi edilmesi elzem bir ruh hastası olup çıkmıştım. Fakat bendeki bu ruhi çöküntüyü, insanlık heyelanını öylesine kudretli bir bünyenin arkasına gizledim ki, annem bile biricik yavrusunda hiçbir gariplik sezmedi.
Artık geri çekilme dönemi bitmiş; taarruz vakti gelmişti. Ucunda miras olsa da olmasa da, gençliğimi ihtiyarlığına kurban eden dedem ölmeliydi. Bu doğal yollardan olmuyorsa, müdahale kesinlikle kaçınılmazdı. Her gece yattığım yerde türlü cinayet planları kuruyor, sabaha karşı kesif bir mide bulantısıyla uyuyup kalıyordum. Sanırım hala bir parçacık insaniyeti, ruhumun en derinlerinde muhafaza ediyordum.
Günler süren plan aşamasından sonra nihayet sıra işi eyleme dökmeye gelmişti. Hazırlığımı yaptım. Çarşıdaki aktarlardan şüphe çekmeyecek miktarlarda ayıboğan tohumu aldım. Bu öyle bir bitkiymiş ki, insanı saniyesinde nefessiz bırakıyormuş. Kurban, önce görme yetisini kaybediyor, sonra bütün vücudu felce uğruyor, çok geçmeden de nefesi kesiliveriyormuş. Bunu araştırmalarım sırasında belediye kütüphanesindeki bir bitki ansiklopedisinden öğrenmiştim.
Büyük bir heyecanla akşama doğru dedemin köyüne vardım. Taarruz için özellikle bu vakti seçmiştim. Gece olup, el ayak çekilince bu işi bitirecek, sabah her şeyden habersiz gibi “Yetişin komşular, dedem gitti!” diye feryat edecektim. Olur da numaradan yere ağlayamam diye, küçük bir şişe limon kolonyası bile aldım. İcap ederse, ahali eve doluşmazdan evvel kolonyadan gözlerime iki damla damlatacak, sular seller gibi ağlayacaktım.
Yatsı ezanı okunuyordu. Dedemin oturduğu eski evin kapısını çaldım. Açan olmadı. Camiye gitmiştir, diye bir zaman daha bekledim. Gelen giden yok. O zaman içimde belli belirsiz bir sevinç uyandı. Belki de ben gelmeden evvel Hak vaki olmuş, dedem ölmüştü. Kendimi bu sevince o kadar kaptırmışım ki, gayri ihtiyarı tombalacık Halimem’i mırıldanmaya başlamışım. Dut ağacından havalanan iki baykuş evin damına konup bet sesleriyle ötmeselerdi, belki de farkında olmadan kendi kendime oynamaya bile başlayacaktım.
Bir saat geçti. Kapıyı kırarcasına tekmeledim, çamaşır sırığını uzatıp dedemin yattığı yerin penceresini tıklattım. Bütün bunlar onun öldüğünden iyice emin olmak içindi. Başka bir yerde imkanı yok kalmazdı. Uyuyor olsa çoktan onca gürültüme uyanmış olurdu. Evet, en sonunda Hacı Abdullah Gani Efendiden ebediyen kurtulmuştum. Evin hemen yanındaki öte beri ambarına girip, son yıllarımın en deliksiz uykusunu uyumak niyetiyle münasip bir köşeciğe kıvrıldım. Bir süre tatlı hayaller içinde tebessüm ederek, çatıdan sızan ay ışığı huzmesine baktım. Sonra ışık bulanık toplar halinde parçalandı…Gözlerim kapandı.
Ne kadar uyudum bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda dedemin dere kenarındaki metruk evindeydim. Sofanın orta yerinde bağdaş kurmuş oturuyordum. Hemen karşımda, tavandan sarkan zincire takılmış kara bir bakraç gürültüyle kaynıyordu. Bakracın altındaki odunlar, küçük patlamalarla yanıyordu. Ateşten gelen cılız ziya, etraftaki birkaç parça eşyayı görmeme yetti. Bunların hemen hepsi belki de yıllardır kullanılmamış değersiz birer kap kaçaktı. Zihnimi toparlayıp nerede olduğumu anlamaya çalışırken, sol tarafımdaki kapının üzerinden bir tıkırtı geldi. İşte o an ilk kez korktum. Hem öyle bir korku ki, vücudumun bütün sinir uçlarını hissettim. Sesin geldiği tarafa sırtımı dönüp, gözlerimi sımsıkı kapattım. Fakat ses bu seferde yüzümü çevirdiğim taraftaki kapının üzerinden geldi. Hem bu sade bir tıkırtı da değildi. Daha çok öksürüğe benziyordu. Ses kapının üzerinden değil de, yerden gelse idi belki de o kadar korkmayacak, dedemin orada olduğunu düşünüp rahatlayacaktım. Hala ölmemiş olmasına bir parça üzülsem de, en azından bu karanlık yerde yalnız olmadığım için şükredecektim.
Çaresiz gözlerimi açtım. Önce hiçbir şey göremedim. Sonra yavaş yavaş algılarım açıldı. Sesin geldiği yerde, yani kapının üzerinde küçük bir raf vardı. Rafta bir şey mütemadiyen kıpırdıyor, garip sesler çıkartıyordu. Arada fosforlu üç dört ışık beliriyor, sonra kayboluyordu. Göğsümün seğirtişini duyabiliyordum. Hayatımda ilk defa canın ne kadar tatlı olduğunu hissettim.
İki elimi açıp Hak Teala’ya yakaracağım sırada, raftan bir karaltı ince bir gürültüyle yere düştü. Hemen ardından keskin bir kedi çığlığı işittim. İrice bir kedi raftan atlayıp yere düşen şeyi aramaya başladı. Bir müddet onu izledim. Bu arada aklımdan geçirdiğim akıl almaz düşüncelere de güldüm. Kedi kendisinin yarısı kadar bir fareyi ağzına alıp, sofanın karanlık bir köşesinde gözden kayboldu.
Ayağa kalkacağım sırada etraf hafice aydınlandı, eski eşyalar hızlı bir şekilde yenilendi. Tavandan sarkan bakracın yerine, sekiz ampullü dev bir avize geldi. Avizenin lambaları birer birer yanmaya başlayınca, gayri ihtiyari geri çekilip, odanın karanlıkta kalan kısmına saklandım. Galiba şiddetli bir buhran geçiriyorum, diye düşündüm. Daha önce de buna benzer sinir boşalmaları, hafif buhranlar geçirmiştim. Fakat hiç birinde böyle olağanüstü şeyler tasavvur etmemiştim. Böyle anlarda kendimi nasıl teskin edeceğimi biliyordum. Aklıma güzel şeyler getirecek, böylelikle zihnimi ele geçirmeye çalışan kötü ruhu mağlup edecektim. Fakat o sıra bunu yapamadım. Benim en büyük hayalim, hayattaki biricik güzel şeyim, Hacı Abdullah Gani Efendinin vefat etmesiydi. Oysa şimdi bu düşünce beni teskin etmekten ziyade, daha beter korkulara sürüklüyordu. Eğer dedem gerçekten ölmüş ise, geriye, bu korkunç yerden beni kurtarabilecek kimse kalmıyordu.
İyice duvara dayanıp eski bir dolabın arkasına saklandım. Ağzımı iki elimle kapatarak olan biteni dehşetli gözlerle seyre daldım. Az evvel yanan kara ateşin yerini, kenarları aslan başlarıyla süslü bir şömine almıştı. Işık arttıkça odanın içindeki eşyalar da fazlalaştı. Şöminenin hemen yanında şık bir koltuk, koltuğun dibinde mermer bir sehpa, sehpanın üzerinde altın yaldızlı bir fincan belirdi. Gözlerimi iki kere kırpabilecek kadar bir zaman sonra, koltukta hafif bir gölge kıpırdamaya başladı. Bu sırada tavandaki avizenin sekizinci lambası da yanmış, ortalık göz kamaştıran bir ziyaya boğulmuştu. Gözlerimi avizeden alıp tekrar koltuğa çevirdiğimde, hayretle ince bir çığlık atmaktan kendimi alamadım. O gölge bendim. Kendimi, dudağımın kenarındaki çiçek bozuğu yaradan tanıdım. İhtiyarlamıştım. Tam şimdi bayılacağım dediğim bir sırada, odanın sağ taraftaki kapısı açıldı ve içeri az evvel raftan atlayan kedi ve onun ardından küçük bir kız girdi. Küçük kızın şen kahkahaları salonda yankılandıkça, direncim kırıldı, nefesim daraldı. Ölmek üzere olduğumu hissediyordum. Fakat yine de içimdeki karanlıkta boy veren ince yeşil bir dala tutundum. Bütün bunlar geçecekti. Yeniden sabah olacak, ben Hacı Abdullah Gani Efendiye köpüklü bir kahve yapmak için can atacaktım.
Kız kediyle oynaşırken, koltukta oturan gölgem hiç onlardan tarafa dönmedi. Çayını içti, şöminede çıtırdayan dal parçalarına baktı. Bir zaman sonra odanın sol taraftaki kapısı açıldı. İçeriye güzeller güzeli bir genç kız girdi. Bir an onu anneme benzettim. Koltuktaki gölge onu görünce kıpırdar gibi oldu. Başını ondan yana çevirip,
“Sen misin Fitnat?” diye sordu. Kız gülümseyerek adamın arkasına geçti. Arkasında gizlediği halatı kabarık eteğinin ilk katının altına gizledi.
“Ben geldim dedeciğim.”
Adam güldü ve tekrar şömineye döndü. Genç kız yavaşça eteğinin altına sakladığı ipi çıkarttı. İp kızın ellerinde havaya kalktıkça, bir şey var kuvvetiyle boğazımı sıkmaya başladı. Bu vefasız torun beni, öz dedesini hiç gözünü kırpmadan boğacaktı. Bunu seyretmeye tahammül edemezdim. Ellerimi ağzımdan çekip korkak ama anlaşılır bir sesle bağırdım.
“Sen ne yaptığını sanıyorsun?”
Ses odada yankılanır yankılanmaz koltukta oturan adam ve genç kız bana döndü. Az önce havalanan ip, genç kızın ellerinden kayıp eteğinin dibine düştü. Adam Hacı Abdullah Gani Efendiye, kız da benim şimdiki halime döndü. Ortalık yeniden yavaşça kararmaya başladı. Tavandaki dev avizenin lambaları birer birer söndü. Şimdi yalnızca dedemin yaşlı ve korkunç suratını görüyordum. Yerinden kalktı ve “Çık dışarı” dedi. Titreyerek, sendeleyerek odadan çıktım. Şimdi metruk evin avlusundaydım. Her yan zifiri karanlıktı. İçeriden dedemin ardı kesilmeyen kahkahaları geliyordu. Sonra kahkahalar aniden kesildi. İkinci katın saman dolu bir odasının pencereleri ardına kadar açıldı. Evin kaburgasında asılı duran koç boynuzu sallanıp yere düştü.
Bir ayak evvel kaçmalıydım. Sağa sola baktım. Oralarda küçük bir patika yol olmalıydı. Küçükken dedemle derede balık tutar, o yoldan eve varırdık. Tam yola düşmek üzereydim ki sırtımda şiddetli bir ağrı hissettim. Geri döndüğümde Hacı Abdullah Gani Efendiyle burun buruna geldik. Oracıkta bayılmışım. Kendime geldiğimde dedem başucumdaydı. Hala o metruk evin önündeydik. Dedem sakallarını titreten o güzel gülümsemesiyle gözlerime baktı. Bu hayal değildi. Kanlı canlı Hacı Abdullah Efendiydi.
“Evlat burada ne işin vardı?”
“Seni bekliyordum mübarek dedeciğim. Sonra…”
“Tamam, anlaşıldı. Evde bulamayınca buraya geldin. Sonra da uyuyup kaldın değil mi?”
Evet manasında başımı salladım. Üstümü başımı silerken dedem arkamızdaki evi işaret ederek,
“Burasını sana bırakacağım” dedi. “Tamir eder, senede üç beş gün gelir dinlenirsin.” O daha cümlesini bitirmeden aklıma beni boğmak üzere olan torunum geldi.
“Hayır hayır, hiçbir şey istemem ben. Tek sen sağ ol da. Hele bu evi, hiç istemem” dedim. Dedeme sarıldım. Ona sezdirmeden cebimdeki ayıboğan tohumlarını metruk evin bahçesine attım. Birlikte küçük patikadan geçip dereye, oradan da dedemin evine vardık. Birkaç gün onunla kaldım. Sonra eve döndüm.
Artık içimde eskisinden daha ağır bir hastalık vardı. Kimsenin fark edemediği kanlı bir ur, içimde büyüdü, köklendi, damarlandı. Ömrümün her dakikasını korkunç bir akıbet kabusu sarmıştı.
*
“Evet, burayı satmak istiyorum Salih Bey.”
Emlakçıya metruk evi ve bahçesini gösterirken, yıllar sonra geldiğim bu yer, beni yeniden eski anılarımla, unutmaya yemin ettiğim sırrımla yüzleştirdi. Fakat ne olursa olsun bu evi satacak, kendi torunumun elinde ölmekten kurtulacaktım.
Emlakçı evin çok eski olduğunu ama belki arsasına alıcı bulabileceğini söyledi. Ayrılacağımız sırada avluda boy vermiş yabani otların arasında parlak tohumlu bir ot dikkatimi çekti. Emlakçı baktığım yere gidip,
“Ayıboğan otu. Dağlarda yetişir” dedi. Burada nasıl bitmiş?”
Sustum. Sessizce patikadan geçip, dedemin dere kenarındaki mezarına gittim.
...ENGİNDENİZ...
FOTOĞRAF : A. Engindeniz
Sayın İlhan KEMAL’e verdiği ilhamdan,
Biriciğime de "Tombalacık Halimem" hatırlatmasından ötürü TEŞEKKÜR EDİYORUM.