11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1266
Okunma

Büyük bir holdingin İstanbul’ ayağıydı çalıştığım şirket. Personelin çalışma ortamının, rahatlığı ve huzurlu olması için her türlü konfor, düşünülmüştü bu işyerinde. Ben de gemi broker’liği yapan bölümde çalışıyordum. Yoğun bir tempo vardı her zaman, ama değiyordu verdiğim emeğe doğrusu. İşe başlayalı üç yıl olmasına rağmen, ikinci yılın sonunda almıştım ilk arabamı. Aklınıza ne geldi bilmem, böyle deyince. İkinci el şirin minicik bir İtalyan arabasıydı sadece.
Yine böyle bir hummalı çalışma günündeyken, masamdaki telefon çalmaya başladı . Aslında durmadan çalardı zaten. Hayretim, bir süre sustuğunda olurdu ancak. Cevaplamak için ahizeyi kaldırdığımda, daha kulağıma götürürken duydum karşı tarafın bağırtısını.
-Hemen odama gelir misiniz lütfen!!..
Arayan, aynı zamanda asistanlığını yaptığım, şirketin genel müdürüydü. Cevap vermeme fırsat kalmadan da “Küütt” diye suratıma kapattı telefonu? İyi de, onu bu kadar celallendiren neydi ki? İşte onu bilmiyordum.
Heyecanlandım mı? Hayır… Ama telefonun suratıma böyle kapatılmasına çok sinirlendim. Çünkü, genel müdür yalnız değildi. Odasında, başka holdingden gelmiş, iki tanınmış iş adamı vardı. Elimdeki yazıyı bir kenara bıraktım hemen. Kendime çeki, düzen verip doğruca odasına koşturdum. Kapıyı tıklattıktan sonra da usulca içeri süzüldüm.
- Buyurun Samih bey,
-Siz demin arayan adamı, niye anlamadan dinlemeden bana yönlendirdiniz Billur hanım. Adam açmış hesap soruyor geciken malları için.
- Ama efendim, özellikle sizinle görüşmek istediği söyledi kendileri… Aslında _
-Hayır efendim… Ne alaka? Onun meselesi nakliye bölümündeki Sami beyle. Bir daha konuşmaları kulağınızla dinleyin, olur mu?
-………?? Şoktayım… Ne diyeceğimi bilemedim.
- Tamam bu kadar!… Gidebilirsiniz.
Kapıyı kapatıp çıktım. Zangır zangır titriyorum. Adam resmen “Lafı kıçınla dinleme” demek istedi bana. . Üstelik iki yabancı iş adamının önünde. Üstelik de haksız yere. Genel Müdürmüş!! Banane!.. Kim olursa olsun, haksız yere hakaret ettirmem kimseyi kendime.
Aptalca bir davranışta bulunmadan önce, arayan şahıs Sami beyi mi, yoksa Samih beyi mi? istemişti gerçekten, emin olmam gerekiyordu. Bu iki isim arasındaki tek fark, Genel Müdürün isminin sonundaki fazladan bir “h” harfi taşıyor olmasındaydı. Hatta bir gün konu olmuş ve yetkililerden biri bu hatanın nüfus memurunun yüzünden kaynaklandığını söylemişti. Ailesi de düzeltmemiş de öyle kalmışmış. Daha duyduğum ilk gün bile çok yadırgamıştım bu ismi.
Doğruca Nakliye bölümüne gittim. Bu şahsın Samih beye yönlendirilmesini onlar rica etmişti çünkü. Sami bey; Arayan kişiyle, kim bilir kaçıncı konuşmasını yaptığını, adamı bir türlü ikna edemeyince, özellikle Samih beye konuşturmak istediği için, bize yönlendirdiğini söyleyince, lafı benim kulaklarımla dinlediğim kesinleşmişti. Dişlerimi öyle bir sıkıyordum ki, her biri takır takır dökülecekti neredeyse. Sami bey, ileri geri hareket halindeki şakaklarımı görünce;
- “ Üzüldüm böyle arada kalmış olmanıza, ama takmayın ya!.. diye, beni teselli etmeye çalıştı. Misafirleri gitsin, ben kendisine izah ederim durumu nasılsa..
İyi de, benim içimde çoktan kabara kabara gelen bir tusunami başlamış bile, Tutabilene aşk olsun. Sonucu ne olursa olsun, ille ki çarpacak kıyıya. Çünkü oldum olası, karşıyım bir çalışanın azarlanmasına, hakaret görmesine. Herkes, iyi kötü emeğini koyuyor ortaya. İşveren de karşılığını ödüyor. Yok, eleman işine yaramıyor diye mi düşünüyorsun? Kesersin işle ilişkisini olur biter.
Ama hakaret etmek, aşağılamak asla… Hadi onu geçtim, bir de haksız yere. Hadi onu da geçtim, bir de iki görgü şahidi önünde. Daha nakliye bölümünden çıkar çıkmaz, doğruca genel müdürün kapısının önünde aldım soluğu. Kapıyı tıklattım ve davet beklemeden açtım.
-Evet… Ne vardı ?
Samih bey tekrar beni karşısında gördüğüne hiç hoşlanmamıştı. Bakışlarından anlamıştım. Yada halimden onun canını sıkacağımı anladığı için bir garip bakıyordu yüzüme.
Bir elim, kapının tokmağı üzerinde, kapıyı yarı aralamış olarak, içeri girmeden, Sami beyin az önce söylediklerini (Ki, o ben sonra izah ederim demesine rağmen, çünkü bu hazzı kimseye bırakamazdım.) bir çırpıda aktardım ve ardından da ekledim.
-Bence sayın müdürüm, bundan sonra, siz söyleneni kulağınızla dinleyin. Olur mu?
Aynen onun yaptığı gibi, konuşmasına fırsat vermeden de kapıyı çekip kapattım. Oh! Sanki ağır bir yük kalkmıştı üzerimden. Kuş gibi hafiflemiş ve buz gibi soğumuştu yüreğim. Ama bacaklarımda sinirden, tir tir titriyordu. Saatime baktım, yemek saati gelmişti. Ardımdan odasından çıkma ihtimaline karşılık hemen, asansöre koşturup, girişteki restoran katının düğmesine bastım.
Aşçı beni görünce çok şaşırmıştı. Sanırım ilk kez bu kadar erken gidiyordum yemek salonuna. Çünkü, masama yığılan işleri bir türlü bitiremediğimden, yada aman laf gelmesin diye, kusursuzluk peşinde olmamdan, genelde en son giden birkaç kişiden biri olurdum hep. oturup ağırdan alarak yemeğimi bir güzel afiyetle yedim.
Oradan ayrılmadan önce, görevlilerden birinden boş bir karton kutu istedim. Orta büyüklükte bir kutuydu verdikleri. Eh!.. üç yıllık oda işgaliyem için yeter de, artardı bile.. Tekrar asansöre binip son kata çıktım. Santralın önünden geçiyordum ki, yolumu kesip, muhasebeye uğramamın istendiği söylendi. Neden diye sormadım bile. Bana yol göründüğü belliydi.
Hani, “Minareyi çalan, kılıfını hazırlar” derler ya!.. Bende eşyalarımı toplamak için karton kutumu bile hazır etmiştim. Odama girmeden, karton kutu elimde, doğruca muhasebeye gittim. Muhasebe yardımcısı, Kemal işe başladığımdan beri iyi anlaştığım, hiçbir problem yaşamadığım arkadaşlardan biriydi. Yemek saatlerinde, ikimiz de sona kalanlardan olduğumuz için, aynı masada oturur, yedi yıldır nihayetlendiremediği nişanlılığını konuşurduk.
Benim geldiğimi görünce, derinden bir “Off!.. çekip, sen ne yaptın der gibi iki yana salladı başını. Sonra masanın çekmecesinden bir zarf çıkartıp uzattı.
-Elçiye zeval olmazmış arkadaşım…
-Ne bu?.. Tezkerem mi?
Zarfı ve yerden karton kutumu aldım ve başka bir şey demeden odama gittim Şirketle ilişiği kesinlere verilen yazılardan bir kopya, bu kez benim elime tutuşturulmuştu. Ekindeki notta da kıdem tazminatımın, diğer alacaklarımın, eksiksiz olarak ödeneceği yazıyordu. Şaşırmamıştım, bekliyordum zaten.
Çarçabuk masamın çekmecelerini açıp, bana ait ne varsa karton kutunun içine gelişi güzel tıkıştırdım. Firmalardan çeşitli nedenlerle gönderilen, süslere, çiçeklere hiç dokunmadım. Sonra, tekrar muhasebeye gidip, eşyalarımı topladığımı ve birazdan çıkacağımı söyleyerek ödememi ne zaman alacağımı öğrenmek istedim.
- Yarın öğleden sonra hazır olur, dedi Kemal. Peki sen gelmeyecek misin yarın?
-Ne geleyim canım… dedim. Siz hazır olduğunda telefon edesiniz ben de o zaman gelirim artık.
-Durup dururken, işinden oldun gördün mü?.. dedi Kemal, çok üzgündü gerçekten. Mavi gözleri buğulanıvermişti. Keşke yapmasaydın böyle.
-Ne yapmışım ki?
-Ya arkadaşım... Bana gözlerini kocaman açarak bağırdı.. Rezil oldum misafirlerimin yanında... Gönderin gitsin hemen. Neye mal olursa olsun fark etmez, dedi adam ya!
- Aslında ben onun söylediğini iade etmiştim… Bak gördün mü? dedim. O söyleyince rezillik sayılmıyor. Ben söyleyince hakaret oluyor. Al sana teskere!…
-İyi de ne dedin adama ki, bu kadar kızdı, söylesen de bir anlasam.
Öyle ya, işten çıkarılacak kadar ne söylemiş olabilirdim, Kemal pek merak etmişti. Ben de kısaca aramızda geçen diyalogu naklettim. Veda faslını yarın bırakıp, odasından ayrılırken arkamdan seslendi.
-Peki, genel merkezle konuşmayı düşünmüyor musun? Seni çok severler biliyorsun…
-Ne gerek var ki? Takıştığım kişi genel müdür... Sonunda haklı çıkan o olur nasılsa. Hiiiç uğraşamam, dedim. Ben yarın gelir paşa paşa alır giderim paramı.