22
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1660
Okunma
Onu sevdim.
Birbirine ölümcül bir şekilde tutunmuş et ve kemik gibiydik. Zor olurdu kopmamız. Birimiz ölürdü muhtemelen. Ya da et oburlara yem olurduk. Birimiz gidiverse işe yaramazdı diğerinin kalbi. Iskartaya çıkardı ne kadar güzel günümüz varsa.
Tanrım ne büyülü bir sesi vardı. Sabahlara kadar dinlesem, yine de yeterince duyduğuma ve doyduğuma kanaat etmezdim. Az gelirdi verdiği her şey.
Zaman en azımızdı.
İskelede nöbet tutan gizli polis çerezciden çekirdek alır, sahilde ters dönmüş kayıkların arasında çekirdek kabuğu seviştirirdik. Akşam pala bıyıklı bir ağabey gibi yürürdü üzerimize. Onu severdik ve fakat korkardık ondan. Güneş denizin üzerinden karaya son öpücüğünü bıraktığı vakit, önüne katardı bizi, evlerimize kadar yürürdü peşimizden. O mahallenin diğer ucunda otururdu. Ben diğer tarafta kalırdım. Ayrılma noktamız deniz kokardı her akşam. Dudaklarımızda çekirdek tuzunun yanığı bir kere bile öpülmemişliğin acısına karışırdı.
Rüyada haber alırdık birbirimizden. Onun başı ağrısa, ya da masanın bacağına çarpsa ayağını, kara bir gölge cibinlik gibi sarardı yatağımı. Hafif aralık gözlerimden içeri dalardı kara sakallı bir meczup. Kasap Salih’in kesimhanesindeki sehpanın üzerinde geçerdi düş ekseri. Kara sakallı meczup karşıma geçer, henüz soyulmuş bir süt kuzusunu tırnaklarıyla yarardı. Bir başka kancada asılan besili anne koyunun memelerinden akan süt, kan oluğuna dolardı. Hep aynı kabus. Uyanıp gökyüzüne bakardım. Bilirdim o da pencerede.
Sabah buluştuğumuzda “dün gece başım ağrıdı” derdi bir çocuk kadar nazlı. Adama naz yakışmaz aslında ama o güzel örterdi adamlığını. Bir çocuk olurdu rüzgara karşı. Biliyorum derdim. “Meczup söyledi dün gece.”
Annem sende kara büyü var derdi. Her gece ne işin var avluda? Adın çıkacak bak. Baban da seni Ragıp Ağaya verecek. Ragıp Ağa, ihtiyar bir avcı. Yıllardır karı ararlar ona. Aslında bulurlar da. En son aldığı dört gün durmuş onunla. Her nikah gecesi ahşap konağında bir çığlık, bir çığlık. Mahalli perde arkalarından bakardı ne oluyor diye. Bizim evler karşı karşıyaydı. Sabaha karşı öksürüğüyle uyanırdık. O ahşap oymalı balkonunda tütün sararken, açık balkon kapısından yerde yatan hatunu görürdük. Bedduanın biri bin para.
“Beni sana verenin Allah belasını versin. Tez saatte teneşire yat inşallah!”
Kim korkar Ragıp Ağadan. Azrail’in elinden, henüz çıkmış ve çaresizce çırpınmakta olan canımı bile kurtarabilecek bir aşığım vardı.
Baki Bey’in villasında düğün vardı o gece. Komşumuz dedi annem. Gitmesek ayıp. Babam şüpheyle baktı her ikimize. Sonra bir onluk fırlattı önümüze doğru. Paranın üzerinde bir çift göz. Ses etme, al da çekil der gibi baktı anneme.
Kimin umurunda Baki Beye yakışmayacak olan para. Aşk oradaydı şimdi. Hanımeliyle sarılmış bir direğe yaslanmış bahçenin ışıklı kapısını kolluyor. Yakasında karanfil. Susması bile şiir.
Onu gördüm. Elinde rujlu bir kadeh. Dudak izinin üzerine götürmüş dudaklarını.
Beni gördü. Yakasından düştü karanfil. Karışıp gitti dans edenlerin topuklarına. Ortalık ölü karanfil koktu. Yanına gittim. Hani gözlerin dedim. Mavi gibi değiller. Dolgu yapılmış sahiller gibi boş kirpiklerin. Sarı saçların yumurta kokuyor.
Sesi ne tuhaftı Tanrım. Teneke gibi.
Her şeyim burada dedi. Baki Bey’in et kokan merdivenlerini çıktık. Yukarıdan anneme baktım. Seniha Teyzeyle gelini çekiştiriyordu. Adam pek kart, gelin pek cahil…Keşke baksaydı bana. Aşk kolumdan sürüttü beni yangına. Bir baksaydı annem…
Baki Bey’in terasında kalın bir adam sesi ve küçük bir hayal kırıklığı susuşu oturuyordu. Açık saçık fıkralar aşkı utandırdı.
Eğilip öptü beni.
Uzak sedirlerde bir baykuş öttü. Çekyatta uyuyup kalan babamın gazetesi ve kumandası yere düştü.
Hayır, diye bağırdım. Annem çok güldü alt katta. Sesi sesimi örttü. Tavana baktım. Onlarca kız gözü baktı bana.
Yine oturduk sahildeki ters çevrilmiş kayıkların arasında. Yine konuştuk aynı şeyleri. Aynı kelimeler aynı dudaklarda ama ses farklı. Tanrım ne iğrenç dişleri varmış. Konuşurken tükürük saçılan ağzında kaba birkaç direk. Birini çekip alsan, bütün yüzü çöküverecek çadır gibi...
Ufukta dumanı titreyen gemilere küfürler yazdı. Oysa sudaki izler bile aşktı önceleri. Sabaha duran geceler gibi ağır ve mor aydınlandı bakışlarım.
Biz Baki Bey’in teras katında saatlik kiracılarıydık artık. Dudaklarından çekirdek tuzu çoktan silinmiş iki tunç heykel ne hırçın bir evsizcilik oynadı küçük odada. Annemim mandal demirlerinin paslanmasına söylendiği saatlerde. Beyazlar pas içinde kaldı.
Aşk kireçlenmiş bir çöp tenekesi. Umutla açılan kapağın etrafında aç kediler dolaştı. Uyudum uyandım akşam oldu hep. Akşam pala bıyıklı bir ağabey. Her nefeste soğuk bir demir dayadı alnıma. Tetiğe bastı. Gözlerimi sıktım. Ölmedim.
Ayrılma noktamız deniz kokmuyordu artık.
Onu sevdim. Ölümcül bir bağla birbirine tutunmuş et ve kemiktik biz. Aşk kaynattı bizi. Buharımız Baki Bey’in çatısından tüttü. Annemin avluda pirinç seçtiği saatlerde.
Et kaynadı. Sıkıştı. Titreyerek ayrıldı kemikten. Kemiğin kahverengi lekeleri göründü. Sade bir mecburiyet tuttu ikisini bir tencerede.
Sonra küfür ettiği gemilere binip gitti aşk. Baki Bey’in teras katına başkaları taşındı. Tavanda kalan gözlerimle gördüm. Tek başıma oturdum ters dönmüş kayıkların arasında. Ellerimle eştim kumu. Meğer bir sanrıymış her şey. Çekirdek kabukları nerede?
Karnım ağrıdı sonra.
Annem kara çatkılar çattı alnına. Babam haberleri izlerken uyuyup durdu.
Akşam…Pala bıyıklı ağabeyim, en sonunda beni vurdu.
Ragıp Bey’le karşı karşıyaydı babamın evi. Annemi gördüm her sabah. Yatak yorgan havalandırdı pencerelerde. Sofra bezi silkeledi. Bana baktı yarım gözle. Babamın “gol” diye haykırışlarını duydum maç geceleri. Hayır, diye bağırdım, sesi sesimi kesti.
Kara yüzlü kara gözlü ihtiyar Ragıp Efendi, ahşap oymalı balkonunda sarışın mavi gözlü bir çocuk sevdi.
Aralık duran balkon kapısından görmüştür beni annem.
...ENGİNDENİZ...