27
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1732
Okunma

Başka bir lisanla anlaşırdı onlar. Bir tek kendilerinin bildiği, mimiklerden ibaret bir lisan.
Yasaklanmış bir dildi kadının bakışları. Titrek, saklı, lanetli. Asgarisi belli. Yarım bir dudak, baygın bir göz, kederli bir ressamın tablosundan çıkmışçasına korkak ve hüzünlü kaşlar.
Gürdü adamın bakışları…Dudakları olduğundan daha büyük, gözleri şahin, kaşları korunaklı bir mevzi…Bir de bıyıkları vardı, her hafta berber eliyle hizaya sokulan, adamsı ve hükümran…Annesi kız gibi görünmesin diye kirpiklerini kestiğinden beri, her şey batar olmuş gözüne. Kulaklarından sarkan ve istemediğini duymamaya yarayan geçit vermez kıllar heybetine bin heybet katardı…Ak düşmüş saçlarında bile ayrı bir rüzgar vardı ki; üşürdü yamaçlarından yolculeyin geçenler dahi…
Ama anlaşırlardı ikisi.
Üçüncü kişilerden gizli…
Güneş tarafından geldi. Sırtım dönüktü ona, ama ben gölgesini gördüm. Saliha’yla ben, annemin verdiği baklavaları yiyorduk kaldırıma oturmuş. Her dilimde bir gül figürü çıkıyordu baklavanın altından. Saliha’yla ikimiz gülleri bölüşüyorduk. Arada dudağımızdan sızan balı siliyorduk eski etek uçlarımıza. Her eteğimizi kaldırışımızda rengi kaçmış pabuçlarımıza gülüyorduk bir de. Ayaklarımızı sallıyorduk.
Üç gülü vardı Saliha’nın. Ben daha birinci güldeydim.
Geldi, konuşmadı. Tam arkamızda durdu. Belki baktı elimizdekine, belki bize bile bakmadı. Son bal damlarken dudağımdan, eteğimin ucu elimde kaldı. Yetişemedim damlaya…Düştü.
İki taşın arasına damlayan bala üşüştü karıncalar. Onlara baktım. Onlar da bana. Tanıdık bir şey diyecekler sandım da dinledim onları. Ama sustular. Sonra balı emdiler.
Saliha tabağı elime verip kaçtı. Koştu avluyu süpüren annesinin eteklerine saklandı. Etekleri de güllüydü annesinin. Bir de kocaman güller sarkıyordu yazmasından. Şimdi benden daha çok gülü vardı Saliha’nın.
Tam ayaza durmuşken sırtım, bir bulut geldi de kayboldu arkamdaki gölge. Allah severmiş çocukları…
Kör olasıca! Ne kaldırıyorsun eteklerini sokağa karşı, dedi görünmez gölge. O sırada tam ortasındaydı başparmağım bir gülün. İşte iki, dedim içimden. İki gülüm var benim.
Bak Zehra, gördün mü bu gülleri?
Gördüm.
Gergefini bırakıp ocağın altını kapattı. Ben yağmurda yıkanan güllere bakıyordum. Bir de pencere kanarlarına sıkıştırılan çarşaftan sızan ince nehirlere. Kulağımda, tavandaki ince çatlaktan yerdeki bakır leğene damlayan suyun sesi.
Tıp…Tıp…Zehra tıp…Saat tıp, yağmur tıp…Gelecek şimdi, sus Zehra, haydi tıp!
Kalaylı sahanları dizdi sofraya, soğan kırdı bir de. Sonra bardak kırdı tezgahın kenarında.
“Düştü kırılmadı” dedi. “Kırılsın ki, gitsin musibet.”
Ben bilmiyordum musibeti. Onu az sonra geleceğe benzettim. Her çocuğun kırılmasını dilediği biri vardı elbet.
Gölge büyüdü yeniden. Bulut kaçtı. En büyük acılar bile üç gün sürer, demişti babaannem. En kötü fırtınalar gibi…
Ağzımdaki son tatlı şeyi de yutmuştum. Ama korkmadım yine de. Dudağımın kenarındaki yapışkan his öptü beni. Bal damlayan yer tatlı olur, dedim içimden. Hala tatlı bir şeyi olanın korkacak hiçbir şeyi olmamalı…
Eğildi, tuttu örgülerimden.
“Beni aleme rezil mi edeceksin sen?”
Anneler öpermiş kızlarının saçlarından. Bin bismillahla tarar da, Allah’a emanet örermiş onları. Sonra biri alırmış örgüleri kara avuçlarının içine, raftaki telli tarak düşüp, orta yerinden kırılırmış. Hayırdır dermiş, yine analar. Pek azı şer düşünürmüş…
Karıncalar söyledi bana.
Çok konuşmazdı benim annem. Ve susardı örerken saçlarımı.
İlk mahsul taze bezelyeleri doldurdu sahanlara. Çatlaklardan sızdı haşlanmış bezelye kokusu. Ellerim azdı benim. Oysa ne çok çatlak vardı duvarlarda. Kapatabilseydim bütün delikleri, gitmeseydi o mübarek koku şer burunlara, gelmeseydi musibet.
Döndüm yeniden baktım ağırlaşan güllere. Pencereden yere değen nehirlere, dolmasına az kalmış bakır leğene.
Göğsümün seyirtişiyle dalgalandı leğendeki su. Her akşam bu vakitte, biri çözerdi içimdeki atları. Öyle koştururlardı çılgınca. Biri görecek diye hırkamın eksik düğmelerini ilikler, iki kolumu bağlardım göğsümün üzerine. Yine de rahat edemez, annemin tavus kuşu motifli kırlentine sarılırdım.
Nebahat Yengem, örneğini çıkartmak için kırlenti ödünç aldığından beri atlarım daha bir huysuz oldu…Yapamaz onu, dedi annem. O kadar renkli ip yok bu mahallede. Hem gözleri de görmez.
Her çocuğun yedek bir sığınağı vardı elbet. Ben de kimsenin örneğini çıkartmak istemeyeceği bir şey buldum. Kör gözlü kara kediye sarıldım akşam vakitleri. O da şaşırdı ilk başta. Alışkın değildi ve alerjisi vardı insan kucağına.
Sokaktan geçenler bize bakarken dünya dönmüyordu. Ne vakit canı acısa bir çocuğun, eksen kilitler kendini. Tersine döner her şey. Örümcekler duvarlardaki tükürüklerini toplar mesela, Yelkovan geri geri döner. Toprak eser, rüzgar yeşerir. Kuzeye göç eder sıcak iklim kuşları. Doğmak üzere olan bebekler topuklarını tıkar faniliğe çıkışın ağzına. Ve solist tersten okur şarkısını masadakiler rakılarını gömlek ceplerine dökerken:
“Aynüd nalay!”
Kimse bir şey anlamaz canı yanan çocuktan başka.
İtilmek dövülmekten beterdi daima. Bunu yüzü koyun yattığım yerde, burnumun ucunu kaldırmak için koştuklarını sandığım karıncalara da söyledim. Dinlediler beni ama, sustular yine. Meğer dudağımın kenarındaki yapışkan hisse koşmuşlar.
Sonra kaldırdım beş parçaya bölünmüş gözlerimi yerden, ters dönmüş güllü baklava tabağına baktım. Bir de karıncaların sırtında giden iki dilim baklavaya. Bir grup baklavaları taşıyor, bir grup arkalarında bıraktıkları şerbeti temizliyordu.
Tabağı temizleyenler daha büyük karıncalardı. Silip süpürdüler her şeyi. Geriye bir tek örgümün dibindeki sızı, bir de dudağımdan damlayan kan kaldı.
Uygun adım geçtiler gözlerimin önünden. “Kime niyet kime kısmet” dedi ihtiyar bir adam baklavalara bakarak.
Kalktım. Hiçbir yerim unutulmaz derecede acımıyordu. Her şey normal görünüyordu bir de, belki de ondan kolay atlatıyordum her düşüş sonrasını. Kuşlar ötüyor, insanlar gidiyor, egzoz yine aynı güzellikte kokuyor.
Gölgeye baktım ardı sıra. Yürüdü gitti kaldırım boyunca. Gittikçe cebine girdi gölgesi. Olur olmaz israf etmezdi kendisini o. Daha görecek çok günümüz vardı. Çakmakçıya, simitçiye ve satırını bileten kasap çırağına selam serdi. “Aleyküm esselam” dedi onlar da. Bacaklarını telefon kulübesinden sarkıtmış, buluttan defterine bir şeyler çiziktiren sokak meleği yüzünü buruşturdu.
Gürültüyle öksürüp, sokak küllüğünün kenarına tükürdü gölge. Çakmakçı, simitçi ve satırını bileten kasap çırağı “Allah belanı versin” dediler ardından. O ise, açtı berberin çıngıraklı kapısını, parmak izli, tozlu ve yer yer yağlı camdan bana baktı. Ben kirli ve bulanık gördüm onu. Annemle anlaştığı dilden bir kelime çaldı ve kaldırdı kaşlarını “git şuradan” manasında.
Daha bir şeyler diyecekti ama bıyık uçlarını kesti berber. Simetrisi kurtuldu adamlığının. Yere düşen artıkları, birer karınca yakalayıp, kurtuldukları için adak kestiler. Şerbet sızdı karıncaların ince boyunlarından, berberin kıl dolu akarına.
Saliha baktı sadece. Bir bana bir de güllerini terk ettiği tabağa. Ben de bir ona baktım, bir de hiç gülümün kalmadığı tabağa. Birkaç onuru kırık kelime döküldü dudaklarımdan:
“Düştü kırılmadı. Kırılsın ki gitsin musibet.”
Annemin tek Kütahya Porselenini atıp kırmaya kıyamadım.
Öksürüğü geldi ondan önce. Kara kedi divanın altına gizlendi ilk defa. Eğilip alamadım. Örümcek olurdu orada, bir de fare pislikleri. Annem hiç süpürmezdi divan altını. Hala bilmem niye. Kilimi kaldırıp avludaki çelik tele asar, aralıklı taban tahtalarını boydan boya süpürür divanın önüne geldiğinde gözleri dolardı. Üstünde, oturup kahve yudumladığı, geceler boyu pencereye karşı ağladığı, kandil geceleri Kur’an okuduğu, komşu ağırladığı, uyuyakaldığı divanın altı nedense gizli bir hatıra olarak kaldı.
İçeri girdi eşik üzerinden atlarken ‘bismillah’ diyerek. Havayı kokladı sonra. Anam avradım olsun, dedi, ta kahveye geldi mübareğin kokusu.
Anneme baktı. Annem de ona. Düştüm, dedi dizini ovuşturarak. Acımış gibi ağzını buruşturdu annem. “Hep bu aşüfte kızının yüzünden.”deyince, annem düzeltti dudaklarını, ne anlama geldiğini anlamadığım mahcup bir bakışla baktı. Dedim ya, bakışlardan müteşekkil bir lisandı onların ki…
Atlar fırlayıp çıktılar göğsümden. Yeleleri saçlarıma karıştı. Birlikte öyle hızlı koştuk ki, yere döküldü çarptığımız ne varsa. Sofra, kalaylı sahanlardaki bezelyeler, dörde bölünmüş soğan, üç kaşık…Bir de koca bir gölge…
Tezgahın kenarına vurdu düzeltilmiş bıyığıyla yüzü. Kan sızdı dudağından.
Keşke karıncalar olsaydı. Silip süpürseydiler ne var ne yok. Bezelyeleri ve iki tahtanın arasına sızan kanı…Annemin ardına kadar korku dolu bakışlarını…Kara kedinin kör gözünü.
“Ne yaptın sen Zehra.”
“Kırdım” dedim. “Düşmüş de kırılmamış. Kırılsın ki gitsin musibet.”
...ENGİNDENİZ...