42
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2673
Okunma

“Tanrım! Bu berbat bir şey! ” dedi adam. Kadın gözlerini tabağından ayırmadan:
“Yine ne buldun?” diye cevap verdi.
Adam; “Haftanın dört günü aynı yemeği yemekten bıktım.”dedi. “Bir daha yemekle uğraşmamak için, düğünümüzde yemek dağıtılan kazanı kullanıyorsun.”
Kadın elindeki çatalı bırakıp dirseklerini masaya dayadı. Bir süre yemeğiyle kavga halindeki adama baktı.
Aslında ona verecek bir sürü cevabı vardı ama, aklı hala bir türlü bitiremediği romanındaydı. Hem şu an onunla kavga etmesi hiç de işine yarayacak bir durum değildi. Çünkü yarın yayınevindeki toplantıya onunla gitmesi gerekiyordu. Zoraki olduğu her halinden belli bir gülümsemeyle yeniden çatalı eline aldı.
“İyi ya” dedi. “Tasarruf diyordun.”
Adam önündeki tabağı masanın ücra bir tarafına sürdü. İçinden “Romanı için yeni diyaloglar üretmesi lazım. Bunun için de benimle kavga etmesi gerekiyor. Ona bu zevki yaşatmayacağım.”diye geçirdi. Kalkıp buzdolabından reçel kavanozunu çıkarttı.
“Çok şükür annem beni hep düşünür” dedi. “Yolladığı reçelin bu kadar bereketli olması da Allah’ın pek sevgili kulu oluşumdan sanırım.”
Kadın adama bakmadan:
“Mübalağa ediyorsun” dedi. “ Bence yemek gayet güzel.”
“Ah, mübalağa! Sevgilim, otuz yaşındasın ve dedenden kalma kelimeler kullanıyorsun. Sanırım böyle yapınca daha edebi durduğunu düşünüyorsun.”
Kadın cevap vermedi. Adam tam reçelli ekmeği ağzına götürecekken durdu, sonra ekmeği masaya bıraktı.
“ Yani sen pazarda biber alırken bile tuhafsın.”dedi.
“ Ne demek bu şimdi?”
“Tuhafsın işte…Her şeyin şiir gibi… ‘Aman da ne güzel biber…Kardeş ordan bir poşet ver. Biraz da patlıcan alayım. Bizim oğlan pek sever.’
Kadın bozulmuş bir ifadeyle adama baktı. Adam onun bu bakışlarına aldırmadı. Ağzına attığı reçelli ekmeği çiğnerken konuşmasına devam etti.
“ Bazen bu durum beni utandırıyor. Herkes sana bakıyor ve ben kendimi bir uzaylıyla evli gibi hissediyorum.”
Bir süre ikisi de konuşmadı. Sonra adam aklına müthiş bir şey gelmiş gibi gözlerini açarak ve heyecanla:
“ Ne düşünüyorum biliyor musun?” dedi. “Kadınlara edebiyatta da kota koymalılar. Toplumun salahiyeti için. Bak ‘salahiyeti’ dedim. Ölümü gör hakkını ver bu cümlemin.”
Kadın çatalını masaya bıraktı. Sakince bardağın dibindeki suyunu içti. Derin bir nefes alarak adama baktı.
“ Yazmamın sana ne zararı var?”dedi.
Adam içten gelen bir kahkahadan sonra:
“ Bir zararı yok elbette” dedi. “Ocakta unuttuğun kömürleşmiş tencerelerin yenilenme masraflarını saymazsak, dalgınlıktan açık unuttuğun lambaların ve muslukların geri dönüşümünü saymazsak, tek yönlü beslenmenin oğlumuzu minyatür bir mantara çevirmesini saymazsak, bana zararın yok, evet. Bak aç kalışlarımı ve dışarıdan söylemek zorunda olduğum yemeklerin faturalarını hiç eklemedim bile.”
Kadın biraz daha kocasına doğru eğilerek;
“Bencilsin” dedi. “Bencilsin ve yazmanın ne büyük bir erdem olduğunu anlayamıyorsun.”
Adam uzun bir kahkaha daha attıktan sonra mutfak dolabının alt rafında duran defteri göstererek:
“Her yanımız erdem dolu.”dedi. “ Dolaplar, yastık altları, hatta duvarlar bile. Geçen gece yastık kılıfının içine soktuğun kalem gözümü çıkartacaktı neredeyse. Ne yapıyorsun sen; geceleri uyanınca da mı yazıyorsun?”
Kadın asık bir suratla masadaki tabakları kaldırdı. Kocasının kendisini anlamadığını düşünüyordu. Tabakları makineye yerleştirirken “ Neden yazar kadınların genelde dul, ya da bekar olduklarını şimdi daha iyi anlıyorum” diye mırıldandı.
“ Öyle olur tabi” dedi adam. “Herkes senin kocan gibi sabırlı değil.” Masada kalan ekmek kırıntılarını toplarken konuşmaya devam etti:
“ Bir yazarla evli olmak erkeğin başına gelebilecek en büyük felaket. Ütüsüz gömlekler, yanmış ya da tüketim tarihi geçmiş yemekler…Sabahları, kan çanağına dönmüş bir çift göze bakarak uyanmak…En kötüsü de; kendimi yazdıklarını okumak zorundaymışım gibi hissetmem.”
Kadın bir sigara yaktı ve tekrar masadaki yerine oturdu.
“Şikayetlerin hep kendinle ilgili” dedi. “ Siz erkekler kadını sadece ev mümessili olarak görüyorsunuz. Başka şeyleri de pek ala temsil edebileceğimiz hiç aklınıza gelmiyor. Örneğin duyguyu, ya da merhameti, ya da insanlığı. Oysa bir kadın bütün bu saydıklarımı bir erkekten daha kaliteli bir şekilde temsil eder. Bunları kullanarak insanlığa yarar eserler kazandırmak her kadının hakkı, hatta görevi. Bunu anlamak sahiden bu kadar zor mu?”
“Görev mi? Allah aşkına! Siz sıkılmadan ya da depresyona girmeden hangi işinizi tamamladınız ki?
Adam, o dakikaya kadar elinde tuttuğu tartışma üstünlüğünü kaybetme endişesiyle sustu ve düşündü. Gerçekten karısının ne demek istediğini anlayamıyordu. Papirüs yaprağı keşfedildiğinden beri sürekli bir şeyler yazılıyordu. İnsan hayatını dolduran olaylar bu kadar sınırsız mıydı ki, milyarlarca yıldır, yazılacak konular bir türlü tükenmemişti. Karısının küvetin kenarında unuttuğu kitaptan okuduğu sözler aklına geldi. “Hiçbir söz yoktur ki,daha önce söylenmemiş olsun.” Bunu söyleyen de büyük bir yazardı. O halde neden hala yazıyorlardı.
Kadın kısık gözlerle kocasına bakıyordu. Onu gerçekten anlamıyordu. Eğer yazar olan kendisi değil de kocası olsaydı, onunla kesinlikle gurur duyardı. Ömrünün sonuna kadar da düşünse, okumayı ve yazmayı lüzumsuz bulan insanları asla anlayamayacaktı. Okumanın, sıkıştırıldığın ve zaten senin tercihin olmayan kalıplardan sıyrılıp, yeni yeni alemlere yolculuk etmek, satır aralarında can vericici soluklar almak, farklılaşmak, özgürleşmek, bilimin bile mucize saydığı ve hala gerçekleşmesi mümkünmüş gibi görünmeyen “ışınlanmak” gibi bir şey olduğunu kocasına nasıl izah etmeliydi? Yazmanın bir tutku olduğunu, her insana bahşedilmeyen ilahi bir lütuf olduğunu ve bazı insanların yazamayınca nefes dahi alamadığını nasıl anlatabilirdi?
Sonunda adam sessizliği bozdu.
“ Bütün erkek işlerine el attınız.”dedi. “Güya insanlığa hizmet ediyorsunuz ama, bugün kavuşamayan pek çok sevgilinin vebali siz kadınlardadır. Siz piyasaya el atınca erkekler işsiz kaldı. Malum; işsize kimse kız vermiyor. Bunu ne zaman anlayacaksın biliyor musun; oğluna kız istemeye gittiğinde.”
Kadın sert bir tonla:
“Yazmak da mı erkek işi?”diye sordu.
“ Elbette erkek işi.”dedi adam. “Kadın işi olsaydı, dünya edebiyatı yazarların en az yarısının kadın olması gerekmez miydi?”
O sırada oğulları mutfağa girdi. Çocuk anne babasının arasında durdu. Bir süre düşündükten sonra, masanın üzerindeki bardağı aldı ve musluktan su doldurdu. Tam kapıdan çıkmak üzereyken geri döndü ve gözlerini seri bir şekilde kırparak;
“Rica ediyorum sessiz olun” dedi. “Bitirmem gereken bir kitap var.” Sonra çıkıp gitti.
Adam kapıyı işaret ederek karısına baktı:
“Tanrım! Çocuğu ne hale getirdiğine bak! Sayende iyi beslenememiş vücudu, iri kafası ve kocaman gözlükleriyle hilkat garibesi gibi görünüyor.”
“O çok sağlıklı ve bilinçli bir çocuk” dedi kadın. “Bütün bunları annen söylüyor değil mi?”
“Annemi neden karıştırıyorsun?”
“Çünkü her pazartesi teşrif edip, çocuğu banyo tartısında tartarak ‘Bunu yedirmiyor musun’ diyen o.”
Adam sandalyesinden kalktı, elindeki ekmek kırıntılarını lavaboya döktü ve kapıya doğru yöneldi. Biraz daha devam ederlerse kavganın muhtemel olduğunu anlamıştı. Kapıdan çıkarken söylenmeye devam etti:
“Tanrım, bir kadına hem yazma yeteneği, hem de çene kuvveti vermen adaletsizlik! Okumuş kız alınmaz diyen annemi dinlemeliydim”
...ENGİNDENİZ...