21
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2570
Okunma


Aldığım evin içine dolaplar yaptıracağız.
Hanım:
“Dolapları İsa’ya yaptıralım o hem yeğenimiz hem de çok iyi usta.”
“Ben de aynı şeyi düşünüyorum. Akşam çağırayım. Sen de bir şeyler hazırla. Hem yemek yeriz hem de dolapların ölçülerini alır.
İsa geldi . Hanım yemek hazırlarken o da dolapların ölçülerini alıyordu.
O arada, yemek yerken küçük kızım Seval ile annesinin arasındaki gerginliği fark etmişti İsa. Yemekten sonra bana sordu:
“iki tane kabanı , birde mantosu var yeğenim. Hala bir kaban daha istiyor. Annesi de ne gerek var “ diyor. Almak istemiyor. Sorunları o.
“Dayı ben hallederim.” Dedi.
Seval’i yanına çağırdı.
“Seval benim adım ne? “
“İsa ağabey”
“Başka?”
“İsa Gocur”
“Başka, başka..?”
“Başka ney ağabey?
“Bana ne derler?”
“Birde İsa Usta derler .”
“Sen söylemek istemiyorsun ama ben söyleyeyim. Bana KÖR İSA derler. Nasıl kör kaldım biliyor musun? Anlatayım dinler misin?”
İsa’nın sol gözü kördü. Ama bilmeyen anlayamazdı. Nasıl kör olduğunu, neden kör kaldığını. Bizler biliyorduk. Seval de merak etmişti…
“Anlat ağabey. Bende hep merak etmişimdir.”
“ Ben köyde doğdum. İlkokulu bitirinceye kadar da köyde kaldım. O zamanlar şimdiki gibi uzaktan kumanda, oyuncaklarımız yoktu. Kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık.
Şimdi sizin bilgisayar da oynadığınız oyunları biz kendimiz icat ederdik. 7-8 yaşlarında idim .O zamanlar. En son icadımız “DÜŞMAN-DOST” oyunu idi. Dereden kestiğimiz kamışlar kılıçlarımız olurdu. Bazılarımız düşman bazılarımız dost olurduk. Ben düşman idim. Oyun gereği karşımdakinin beni öldürmesi gerekiyordu. Elindeki kamıştan kılıcı bana doğru sallarken gözüme saplandı. “
Seval İsa abisini dikkatle dinliyordu. Heyecandan nefes almıyordu neredeyse. İsa devam etti…
“Ben yere düşmüşüm, gözümden kanlar akıyormuş. Çocuklar bağırarak anama koşmuşlar.
“Fadime hala… Fadime hala… Koşşş, koşş… İsa’nın gözüne kamış battı.”
Anam. O sırada ekmek pişiriyormuş. Ateşin sıcağından kızarmış yüzünde ki terlerini yemenisine silmiş. Telaşla , korkuyla ayağa kalkmış.
“Ne oldu kuzular? Ne oldu, İsa ma?. Nerede İsam?...”
Hep bir ağızdan bağırmışlar. “Hayretinin Harmanda hala… Gözünden kanlar akıyor...
Koşmuş gelmiş anam . Koşarken yemenisi düşmüş başından. Ak saçları açılmış. Aldırış etmemiş.Kucaklamış, bağrına basmış beni . Getirmiş eve yatırmış… Başının açıklığına, ayağının yalınlığına bakmadan, komşumuz Tin Tin Hasan Emmiye koşmuş.
“ Hasan Emmim … Hasan Emmim…Kurbanın olam… Hüseyin evdeyse atlasın merkebe babası tarlada buğday biçiyor. Ona habar ulaştırsın. İsamın gözünden kanlar boşalıyor…”
“Hasan Emmi anamı sakinleştirmiş. Oğlu Hüseyini babama göndermiş. Babam koşarak gelmiş eve.Gelirken birkaç defa düşmüş. Dizleri kanamış aldırış etmemiş.
Babam geldiğin de ben baygınmışım.
“ Oğlummm. İsam . Koçum. Ne oldu sana, ne oldu?”
Kendime geldim. Zorda olsa;
“ Kamış battı gözüme” diye bildim.
Babam ne yapacağını şaşırmış, odanın içinde şaşkın şaşkın dolaşıyor başını duvarlara vuruyordu. Hasan Emmi bağırdı;
“ Ne yapıyorsun Ali, çocuk musun sen? Koş Ekizlerin Muharreme habar ver. Benden de selam söyle. Atları koşsun arabaya. Fadime kadın sende İsa‘mızı, koçumuzu hazırla. Doğru şehre… Doğru şehre…
Muharrem dayının arabasıyla şehre vardığımızda akşam olmuştu. Ne yapacağımızı, nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Muharrem Dayı;
“ Ben Kuş Bekir lerin İsmail in evini biliyorum. O Belediye de çalışıyor. O bize bakar. Ona gidelim. Evi zaten şehrin dışında. Arabada başımıza bela olmaz.
İsmail dayının evi bulundu. Atların yem torbaları yemle dolduruldu boyunlarına asıldı. Bir ağaca bağlandılar.İsmail dayı bir taksi buldu geldi. Onunla göz doktorunun evine gidildi. O zamanlar araçlar böyle bol değildi. Hele köylerde tek tük traktör olurdu. Bizim köyde o da yoktu. Köye bir araç gelince damlardan seyrine çıkardık.
Doktor gözümü muayene etti. Mercekle baktı. Damla damlattı. Sardı.
“ Babası kim ?...”
“ Benim” dedi babam.
“ Sen bu çocuğu doğru Ankara’ya götür.Yarın devlet hastanesine gelse bile bakacak doktor yine benim. Bura da bu çocuğa yapılacak bir şey yok. Ankara’ ya götürürsen belki gözünü kurtarırlar”
Babam cebinden çıkardığı kırış kırış paraları doktora uzattı. Doktor almadı.
“ İstemez. Sen bu çocuğu Ankara’ ya götür ihmal etme.”
Çıktık dışarı. Doktor ne demişti.? ANKARA…
“ İsam, koçum, efem, yiğidim…”
“ Buyur baba”
“ Oğlum ANKARA ya gitmeyelim de… Şeyy… Ben sana bir ceket alayım haaa ne dersin..?
Sen hep benden bir ceket isterdin. Bende harmandan kalkalım da alırım derdim."
Bu ANKARA dedikleri yer nereydi?
Nasıl, neyle gidilirdi?
Gözüne kamış batan herkes Ankara ya gitmek zorunda mıydı?
Babam bilmiyorsa ben nereden bilecektim?
O zamanlar öyleydi işte. Babam o yaşına kadar şehre bile bir kaç sefer gitmişti. Hem parası yoktu, hem de Ankara onun için dünyanın diğer ucuydu.
İşte böyle Seval;
Gözümün bedeli bir ceket oldu.
Biz de,Seval de ağlıyorduk.
Seval koştu iki kabanın dan birini getirdi:
“ İsa ağabey bunu al. Bildiğin üşüyen birine ver. Bende bir tane daha var. Hem bir de mantom var“
Gitti annesine sarıldı. Göz yaşları birbirine karıştı.
Susmuştuk konuşamıyorduk. İsa içimize işleyen hikayesine devam etti;
“ İlkokulu bitirdikten sonra şehre geldim. Zekeriya ustanın yanında işe başladım. Küfürler işittim. Dayaklar yedim. Ama yılmadım. İş öğrenecektim. Öğrendim de.
Bu gün İsa Usta diye anılıyorsam o ceket yüzündendir. Peki o cekete ne oldu merak etmiyor musun Seval?
“Ağabey yıllar öncesinin ceketi neyini merak edeyim ki?
“ O ceket hala duruyor. Onun bedelini ben bilirim. Şimdi dükkanım da asılıdır.
Çok para kazanınca da bakarım, sıkıntıya düştüğümde de.
Gururlandığım da uyanırım…Sıkıntılarım da da umutlarım.