On bir mayısı on iki mayısa bağlayan gece… Saat yaklaşık sıfır bir suları… Gecenin sessizliğini yırtarak, hüzünle ve ısrarla çaldı telefon... Bu saatte kim ola ki?.. Acı acı çalan telefona koştu genç adam. Eşi de uyanmıştı zaten. Ahizeyi kaldırdı. Annesiydi karşısındaki. Sesi yorgun ve üzgün geliyordu telefonda... Lafı hiç uzatmadı: “Oğlum” dedi; “ baban yoğun bakımda…” Sadece bir soru sordu genç adam: “Babam yaşıyor mu anne?” “Evet” dedi annesi… “Yaşıyor. Yoğun bakımda, solunum cihazına bağlı.” “Ben geliyorum” dedi ve kapattı telefonu… Bu sefer durum öncekilere göre çok ciddiydi. Konuşmaları eşi de duymuş, çoktan kalkmıştı yataktan. Kısa bir değerlendirmeden sonra, hemen memleketlerine gitmenin en doğru yol olacağına karar verdiler. Adam çalıştığı işyerinin amirine durumu anlattı ve izin istedi. Amirinin “istediğin kadar izin kullanabilirsin” demesi, üstelik paran var mı diye de sorması memnun etmişti genç adamı. Hemen bir meslektaşını arayarak kiralık bir arabaya ihtiyaçları olduğunu söyledi. Bir diğer samimi arkadaşından biraz lira, biraz döviz buldu. Yol haliydi. Ne olur ne olmazdı. Gurbette insanın dostlarının olması ne kadar iyi bir şeydi. Hele de böyle kötü bir günde. Eşi de boş durmamıştı bu arada. Kendilerine ve çocuklarına birkaç parça üst baş hazırlamış, çocukları uyandırmış evde bekliyordu. Saat sıfır üç gibi tamamen hazırdılar yola çıkmaya. Taksi geldi… Uzun ve bitmeyen bir yolculuk başladı yağmurla hüzünlenen gecede… Dakikalar geçmek bilmiyor, yollar bir türlü bitmiyordu. Yaklaşık bin kilometre gideceklerdi. Biter miydi bu yol? Şoförü izledi bir müddet adam. Kendinden yaşça büyüktü. Arabayı da fena kullanmıyordu. İçi biraz olsun rahatladı. Adam sakin, şoför ise telaşlıydı. Yağmurla aydınlanan yollarda hatırı sayılabilecek hızla gitmeye başlayınca uyarmak zorunda kaldı adam. “Lütfen biraz yavaş gidelim. Babam için gerekeni doktorlar yapıyor zaten. Erken de varsak bizim yapabileceğimiz bir şey yok.” Şoför durumu anlamıştı. Normal hızla kullanmaya başladı arabasını… Köyleri, kasabaları ve şehirleri bir bir geçtiler. Önde şoför ve adam; arka koltukta iki çocuğuna sarılmış bir anne… Çocuklar bir müddet sonra kaldıkları yerden devam ettiler uykuya. Ne olup bittiğini anlamamışlardı zaten. Yaklaşık dört saat sonra mola verdiler bir şehrin girişinde. Sakin bir lokantanın önüne yanaştılar. Öncelikle çocukların karnını doyurup, tuvalet ihtiyaçlarını gidermekti niyetleri. Arabadan inerken fark ettiler erkek çocuğun ayakkabısının olmadığını. O telâşe içinde unutmuşlardı. Kendileri de içtiler sıcak mercimek çorbasından. İhtiyaçlarını giderir gidermez tekrar düştüler yola. Şoför için de iyi gelmişti bu. Hem böylece biraz dinlenmiş, enerjisini ve dikkatini de tazelemişti böylece… Güneş artık tamamen şoförün gözüne geliyor, sekizinci saatin sonunda iyice yorulduğu belli oluyordu. Genç Adam “ben kullanabilirim” dedi şoföre… Yer değiştirdiler. Bir müddet izledi genç adamı şoför, çaktırmadan… Nasıl araba kullanıyor diye. Ne de olsa araba kendinindi. Üstelik adamın morali de bozuktu. Bir müddet izledikten sonra şoförlüğünü yeterli görmüş olacak ki uyumaya başladı gerçek şoför. Gece üç sıralarında başlayan yolculuk öğlen üç sıralarında evlerinin önünde son bulmuştu. Yaklaşık on iki saatte gelmişlerdi bin kilometrelik yolu. Hemen eve çıktılar. Annesi karşıladı gelenleri. Adam annesine sarıldı uzun uzun… Yanaklarını ve ellerini öptü annesinin. Durumunu sordu babasının. “Yoğun bakımda” dedi. “Solunum cihazına bağlı. Konuşamıyor ama bilinci yerinde…” Tekrar sarıldılar birbirlerine. Bu sefer durum gerçekten ciddi ve tehlikeliydi. Üçüncü kalp kriziydi çünkü bu. Bunu da atlatırsa yediye kadar yolu vardı. Öyle derdi eskiler… Düşününce biraz umutlandı adam. Hemen abdest aldı. Namaz kılıp dua etti babası ve diğer hastalar için. Şunun şurasında kaç kez muhabbet edebilmişti ki babasıyla… Daha yedi yaşındayken babası Almanya’ya gitmiş, beş yıl çalıştıktan sonra dönmüştü memleketine. Ortaokul ve lise yıllarında da uzun uzadıya sohbetleri olmamıştı. Olamamıştı… Kendi sabahtan akşama kadar okulda, babası da memuriyeti sebebiyle dairede oluyordu. Akşam geldiklerinde ise; yemekti, dersti derken uykuya geçiliyordu. On sekiz yaşında okul için bulunduğu şehirden ayrılıp akabinde göreve başlayınca, uzun yıllar ailesinden ve sevdiklerinden ayrı kalacağı; uğruna şiirler yazıp yazılar döşeyeceği memleket hasreti de doruğa ulaşacak; senede bir kez ancak gelebildiği memleketinde; akraba, eş dost ziyareti, gelen giden derken yine öyle doyurucu sohbetler yapamayacaktı babasıyla… İçinde ukde kalmıştı hep… Devlet Hastanesine geldi. Dedesi, amcaları, hemşire olan amcakızı… Hepsi yoğun bakım odasının önünde bekliyordu. Dedesinin ve amcalarının elini öptü, doyasıya sarıldı. Amcakızıyla beraber girdi babasının yanına. Perdelerle bölünmüş bir yatakta yatıyordu babası. Dört beş hasta daha vardı aynı durumda. Solunum cihazına bağlı yatan babasının ellerini tuttu, öptü, yanaklarını sevdi ve kulağına fısıldadı babasının: “Ben geldim baba. İnşallah iyileşeceksin…” Konuşamasa da tepki vermişti babası. Kalp atışları hızlanmış, heyecanlanmıştı. Derin zig zaglar çizmeye başlamıştı cihaz. Adam umutlandı. Dışarı çıktı. Ancak aklı içerde kalmıştı yine de… Elleri buz gibiydi babasının… İyiye işaret değildi bu… Birkaç kez daha yoğun bakıma girip çıktılar amcakızıyla. Gözü hep kalp atışlarını gösteren cihazdaydı adamın… Değişen tek şey kalp atışlarının gittikçe yavaşlaması, tepe ve çukurlar arasındaki aralığın iyice daralmasıydı. Akşam saat yediye on kala seslendi hemşire olan amcakızı: “Abi gel istersen…” *** Mutlak sona yaklaşıldığını hissetmişti genç adam. Bir şey yapamamanın acısını hissetti yüreğinin derinliklerinde… Yine de bir umutla tuttu babasının ellerini… İçinden bildiği tüm duaları okumaya başladı. Bir gözü de sürekli cihazdaydı… Allah’tan umut kesilmezdi… Elli altı yıla sığan bir ömür bitmek üzereydi. Çaresizliğine kızdı adam. Bir baba… Bir dost… Bir arkadaş… Kayıp gidiyordu ellerinin arasından… Ama o bir şey yapamıyordu… Otuz yıl önce ellerine doğduğu babasının avuçlarını öptü… Yanaklarını öptü sevdi… Kokladı… Dualarını okudu kulağına… Cihazdaki zig zaglar iyice azalmaya başlamış, derinlik kaybolmuş, yavaş yavaş düz bir çizgi halini almaya başlamıştı. Artık zig zaglar tamamen bitmiş; ekranı kapkara, düz bir çizgi kaplamıştı bile… Önce kesik kesik, en sonunda susmayan, devamlı bir sinyal sesi duyuldu cihazdan. Tek düze, tiz, insanın içini acıtan bir ses… “Ölümün sesi…” ... Nur içinde yat babam. TEŞEKKÜR 12 Mayıs 1993’te hayata veda edip, 13 Mayıs 1993’te toprağın koynuna emanet ettiğim babamdan ayrılışımın on yedinci yılı da bitti. Hayatımın her döneminde yokluğunu hissettiğim; fikirleriyle, öğütleriyle, bilgi ve görgüsüyle, her şeyden önemlisi bir "baba", bir "dost", bir "arkadaş" ve mükemmel bir "insan" olan babam Murat ÖZDEMİR’i ve ebediyete intikal etmiş tüm babaları ve anneleri rahmet ve saygıyla anıyor, yazımı "günün yazısı" olmaya lâyık gören tüm şair ve yazarlar ile seçki kuruluna gönülden teşekkürlerimi sunuyorum. Portakal diyarı Mersin’den turunç kokulu selamlar gönderiyorum herkese. Günay ÖZDEMİR |