1
Yorum
8
Beğeni
5,0
Puan
151
Okunma

İstanbul’da sisle karışık bir akşamüstüydü. Galata Köprüsü’nün gıcırtıları, martı çığlıklarına karışıyor, Haliç’in üstüne çöken alacakaranlık, eski ahşap evlerin cumbalarını siluetlere dönüştürüyordu. Bu şehir, bir şairin kalbine nasıl nakış gibi işlenirdi? Orhan Veli, Beyoğlu’nun arka sokaklarında, kaldırım taşlarının pürüzlerini hissederek yürürken, bu sorunun cevabını nefes alıp verişi gibi taşıyordu içinde. İstanbul, onun için bir sevgiliden öte, bir nefesti. Soluduğu hava, duyduğu ses, bastığı topraktı. Balıkçıların ağlarından süzülen deniz kokusu, tramvayın dingil sesi, bir meyhaneden taşan kırık bir türkü... Hepsi, onun şiirinin damarlarında dolaşıyordu. "İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı," diye yazmıştı. Dinliyordu...Hep dinledi... Sadece şehrin gürültüsü değil, o şehrin içinde kalbinin sessiz atışları da duyuluyordu şiirinin içinde.
Ama bu güzelim şehir, ona hep sırtından vurur gibiydi. Çünkü Orhan Veli’nin cebi delikti. Hem de gerçekten. Parasızlık, onun sırtına yapışmış bir gölge, ayaklarına dolanan bir prangaydı. Sevdiği kadına duyduklarını kâğıda dökerdi. Mektuplar, içinin en saf, en titrek aleviyle yanardı. Ama pul alamazdı. O zarfa koyduğu sevda, cebinde taşıdığı boşluğun ağırlığı altında ezilir, postaneye gidemezdi. Yokluk, aşkın önüne set çekmişti. Yağmur yağdığında, yüreği ona "Git!" dese de, ıslak sokaklar, başka bir engeldi. Pardösüsü yoktu. Pabuçları delikti. Çamur, sevgilisinin kapısına kadar olan yolu bir uçuruma çevirirdi. Aşkı, cebindeki boşluk ve sırtındaki yokluk tarafından kuşatılmıştı. Arkadaşının pardösüsünü ödünç alırken yüzünde beliren o utangaç çizgi, bir şairin gururundan çok daha ağırdı. Giyerdi, içinde başkasının kumaşıyla, kendi yoksulluğunun ağırlığını taşıyarak.
Memleket sevdası ise bambaşka bir sızıydı. İstanbul’un taşrasından, Anadolu’nun tozlu yollarına uzanan bir bağ. "Memleketim, ne güzel şeysin sen memleketim!" diye haykırmıştı. Denizine, dağına, köylüsüne, balıkçısına, esnafına tutkun bir sevgi. Bu sevgi, hamasi nutuklardan değil, sokaktaki adamın terinden, ekmeğinin kokusundan, gözlerindeki yorgun ışıltıdan geliyordu. Şiirleri, kocaman bir memleketin küçük, unutulmuş, sıradan insanlarının destanıydı. "Kitabe-i Seng-i Mezar"daki Süleyman Efendi gibi, "Bedri Rahmi"nin "Karadut"u gibi... Halkın diliyle, halkın acısını ve neşesini, kibirden uzak, saf bir insanlıkla yansıttı. Şiiri, bir entelektüel oyun değil, sokakla, hayatla, insanla kurulan içten bir bağdı.
Bir gece, karanlık ve yağmurlu bir Kasım gecesi... Belki de yine pardösüsüz, ayakkabıları delik... Bir çukura düştü. Kimi der kazaydı, kimi der kaderin bir darbesi. Belediyenin ihmalidir, denir. Aslında, yokluğun, görünmezliğin, sıradanlığın bir kurbanıydı o. Sokaklarda dolaşan, hayatın çamurunu çekinmeden üstüne alan bir şairin hak etmediği sondu. Hastaneye götürdüler. Başındaki yara, içindeki şiir kadar derin değildi belki, ama yetti.
Ve sonra... O soğuk musalla taşı. Otuz altı yıllık bir ömrün cansız yükü. Gövdesi, tıpkı şiirlerindeki sade insanlar gibi, bir anonimlik içinde uzanıyordu. Ama adı, artık ölümsüzdü. Üzerindeki ceket çıkarıldığında, gerçek bir şairin hak etmediği portresi ortaya çıktı:. Cebinde, hayatının bir özeti gibi duran yirmi sekiz kuruş vardı. Bir mektup pulu bile alamayacak kadar az... Bir sevgiliye gidemeyecek kadar yetersiz... Bir hayatı sürdürmeye yetmeyecek kadar cılız... Bu yirmi sekiz kuruş, onun yalın gerçekliğinin, mücadelesinin, dünyevi yenilgisinin en acı tanığıydı.
Çamurda pabucu, yağmurda pardösüsü olmadığı için sevdiğinin yanına gidemeyen şair.
Orhan Veli bu; yokluktan arkadaşının pardösüsünü giyen şair.
Orhan Veli bu; 36 yaşında musalla taşında uzanmış cansız bedende adını ölümsüz kılan.
Orhan Veli bu; kibirsiz bir insan şair.
Orhan Veli bu; şiir gibi adam.
Şiir gibi hayat...
Şiirde yaşayan insan...
Hepsi sustuğunda, İstanbul’un rüzgârı, sanki onun en tanıdık, en yalın, en derin dizesini fısıldadı musalla taşının başında, tıpkı bir ağıt gibi:
Cep delik, cepken delik.
Yen delik, kaftan delik.
Don delik, mintan delik.
Kevgir misin be kardeşlik...
İşte böyle sevgili dostlar. Bir Orhan Veli geçti bu dünyadan, şiirleri hala yankılanan. Keşke değeri yaşarken bilinseydi...
Ama ,insanoğlu tekâmül eder. Ateşi bulur, tekerleği icat eder, yıldızlara dokunur. Fakat bir konuda asırlardır yerinde sayar. Değeri zamanında bilmek. Hep geri dönüp bakarak anlar insan, bir çiçeğin kokusunu solduktan, bir kapının sesini kapandıktan, bir yüreğin sıcaklığını soğuduktan sonra...
Çünkü insan, alıştığı güzelliği sıradanlaştırır. Sabah kahvesini sunan eli, eve dönüş yolundaki ışıkları, yıllarca dinlediği o sesi... Hepsi "sonsuz sanılır". Oysa hiçbir şey sonsuz değildir. Zaman, insanın en büyük yanılgısıdır: "Daha çok var" der. Ta ki o kapı kapanana, o ses kesilene, o ışık sönene kadar...
Ey insan! Değer vermek için bekleme "kaybettikten sonra" ağlamamak için. Çiçekler solmadan su ver. Kapılar kapanmadan seslen. Yürekler kırılmadan sarıl. Pişmanlık, mezarlıklarda ağlayan bir kadına benzer; sesi gecenin yalnızlığında boğulur. Oysa anın değerini bilip hala yaşayan bir yüreğe ulaştığında dirilten bir yağmurdur değer vermek...
Çok geç olmadan ve kaybetmeden evvel ...
Çağdaş DURMAZ
Orhan Veli Kanık Üstadımızın Ruhuna Saygıyla...
5.0
100% (5)