5
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
386
Okunma

Eskihöyük Köyü, yüzyıllardır söylentilerle örülü, Kara Orman’ın eteklerinde, terk edilmiş gibi görünen, adeta zaman yolculuğunda unutulmuş taş yığınları gibi duruyordu. Ormanın derinliklerinde ise, kimsenin yaklaşmaya cesaret edemediği, yıkık dökük bir taş kule vardı. Kule, köy halkının "Ateşin Sesi" dediği, güçlü ve lanetli bir Cin’in hapsedildiği yer olarak biliniyordu.
Bu söylentilere daha çok yaşlılar inanıyor, gençler ise “Bunların tamamı safsata” diyerek dudak büküp geçiyor, böyle saçmalıklara inanmıyorlardı.
İki ay önce köyde Can isimli 12 yaşında bir çocuk kayboldu. Bütün köylülerle birlikte çevre köylüler, jandarma ve AFAD ekipleri aramadık yer bırakmadı.
Bulamadılar.
Aile fertleri tavsiye üzerine Cinci hocaya gitti, hoca önündeki bir küreden, onların göremediği bazı şeyleri görüyormuş gibi el kol işaretleri yapıp, hep üstü örtük konuştu. Sözlerinin arasında eski taş kuleyi ima ederek, “Oradaki gümüş hançeri almadan o çocuğa ulaşamazsınızzz!” dedi.
Hocaya inanıp inanmamakta tereddüt ettiler.
Yaşlılar, Can’ı Tül Kanatlar olarak bilinen tehlikeli bir Peri kabilesinin kaçırdığını, Taş Kulede bulunan gümüş hançerin ise onları geri püskürtebilecek tek şey olduğunu fısıldadı.
Can’ın ablası Ece, önceleri inanmadı ama iki aydır bir türlü bulunamayan kardeşini bulmak için başka çare kalmadığına, son çarenin taş kuleye bakmak olduğuna karar verdi.
Yaşlılardan hançeri bulursa nasıl kullanacağını öğrenip kararını amcasının oğlu Metin’e açtı.
“Birlikte taş kuleye girip arayalım. Var mısın Metin?” dedi. Metin tereddütsüz kabul etti.
Ece, o akşam yanına aldığı fenerin titrek ışığı altında, kuleye giden yosunlu patikada ilerlerken, ormanın sessizliği kemiklerini donduruyordu. Koyu bir karanlık her yana çöküp kalmıştı. Ne kuş sesi, ne böcek vızıltısı... Sadece kendi ayak sesleri ve göğüslerinde gümbürdeyen kalplerinin sesi. Tam kulenin paslı demir kapısına ulaştıklarında, ince ve alaycı bir fısıltı duyuldu:
"Geldiğinizi biliyorduk, ölümlüler. Laneti uyandırmadan dönünnn!"
İkisi de oldukları yere çakılıp kaldı. Fısıltı, rüzgâr değildi. Bu, kulenin tepesinden, kristal kanatları geceyi yansıtan, gözleri zümrüt yeşili bir Peri’den geliyordu. Perinin güzelliği, tehlikenin ilk habercisiydi.
“Metin sen de duydun mu?”
“Evet bu rüzgârın sesi değil.”
"Bizi izliyor. Peri ya da Cin... Fark etmez. Buraya kadar geldik, Can o hançer olmadan geri gelmeyecek."
Ece, paslı demir kapıya uzandı. Kapı, yüz yıllık bir öksürük gibi gıcırdadı ve aralandı. İçerideki koku, rutubet, yanık ot ve tanımlanamayan, metalik bir koku karışımıydı. Tam içeri adım atacakken, Metin onu kolundan yakaladı.
"Bekle! Kapının eşiğinde, hemen önümüzde. Bak!"
Metin’in işaret ettiği yere bakan Ece’nin gözleri, fenerin ışığında parlayan bir şeye takıldı. Kapının tam eşiğinde, toprağa gömülü olmayan, taze ve kırmızı bir pıtrak çiçeği duruyordu. Ama çiçeğin dikenleri, normal pıtraklar gibi değil, simsiyah ve parlayan iğneler gibiydi. Bu, Peri büyüsünün bir işaretiydi.
"Bu," dedi Ece, yutkunarak. "Bu Gecenin tuzaklarından biri. Büyücü Periler böyle işaret koymuş. Üzerinden geçtiğimiz anda yanarız."
Metin öfkeyle, "O zaman ne yapacağız? Geri mi döneceğiz? Kardeşin içeride!"
"Hayır," dedi Ece, feneri çiçeğin etrafında gezdirirken. "Bu sadece bir uyarı değil, aynı zamanda bir sınır. Demek ki içerideki Cin uyanmış, ya da Periler buraya yaklaşmamızı istemiyor."
Metin, cebinden eski, paslanmış bir demir çakı çıkardı. Demir, efsanelere göre Perilerin büyüsünü zayıflatan bir materyaldi. "Bu pıtrak bir bitki, değil mi? O zaman kesilebilir."
"Bekle, Metin!" Ece tam onu durduracakken, Metin hızla eğildi ve çakının ucunu çiçeğin tam sapına değdirdi.
O an, simsiyah dikenler Metin’in çakısına değil, havaya doğru hızla uzadı! Metin’in elini yakalayamadan geri çekildi, ama çiçekten yayılan yoğun, yakıcı bir kükürt kokusu ikisinin de nefesini kesti.
Çiçekten gelen cılız, ama kesin bir tıkırtı sesi, kapının karanlık içinden gelen başka bir sese karıştı. Bu, soba borusuna tırnak sürtüldüğünde çıkan ses gibi insanın içini kıyıyordu.
Bu sesle birlikte, kulenin içinden boğuk, soğuk bir ses sesi geldi.
"Sizin... kokunuz... güzelll..."
Metin’in demir çakıyı geri çekmesiyle, pıtrak çiçeğinden yayılan yakıcı kükürt kokusu ve çiçeğin simsiyah dikenlerinin hızla uzaması, ikisinin de yüreğini ağzına getirmişti. Ancak asıl dehşet, kapının karanlık içinden gelen boğuk nefes sesi ve soba borusuna sürtünen tırnak sesi tekrar geldi.
"Sizin... kokunuz... güzell..."
Bu boğuk, soğuk ses Cin’den geliyordu ve her hecesi kulenin nemli duvarlarında yankılanıyordu. Metin olduğu yerde kaskatı kesildi. Ece, soğuk terler dökerken bile kardeşi Can’ın görüntüsünü zihninde canlı tutmaya çalıştı.
Hemen yan taraflarındaki ağacın dallarından da hışırtılar gelmeye başlayınca Ece ani bir refleksle feneri ağacın dalları arasına tuttu. Dalların arasında, o güne kadar hiçbir yerde, hiçbir efsanede görmedikleri bir kuş duruyordu. Kuş, simsiyah ve garip bir şekilde büyük, ama asıl korkutucu olan kırmızı gözleriydi. Ateşten yapılmış gibi parlıyor, ikilinin üzerine adeta bir lanet fırlatıyordu.
Kuş, daha önce duydukları ince, alaycı sesi tekrarladı, bu sefer daha sert ve mekanik bir tınıyla: "Ölümlüler dönüp gidin buradan!"
Kuşun hemen yanında, dalların gölgelerinde, belirgin ama bir türlü tam şekil almayan, hafifçe titreyen üç gölge daha vardı. Onlar da Ece’yle Metin’i izliyordu. Bunlar, Tül Kanatlar kabilesinden, görünmez kalabilen Peri gözcüleri olmalıydı.
"Geri çekil!" diye fısıldadı Ece, Metin’i kolundan çekerek. "Bu, Peri gözcülerinin tuzağı! Bizi Cin’e yem yapmak istiyorlar!"
Metin’in gözleri kulenin kapısı ile ateş gözlü kuş arasında gidip geldi. "Hançer... Can... İçeride olmalı..."
Ece’nin aklına demin Metin’in yaptığı şey geldi. Perilerin büyüsü demirle zayıflıyordu. Metin’e döndü: "Bana çakıyı ver! Şu kuşu korkutmalıyız!"
Metin, hala titreyen eliyle paslı demir çakıyı Ece’ye uzattı. Ece, çakıyı hızla fenerin ışığına tuttu ve aniden, tüm gücüyle, demir çakıyı kırmızı gözlü kuşa doğru fırlattı.
Çakı, kuşa isabet etmedi ama hemen yanındaki dalın altından geçti.
O an, havayı yaran kulak tırmalayıcı bir çığlık yükseldi. Sanki cam kırılıyor, kâğıt buruşturuluyor gibi bir sesti bu. Kırmızı gözlü kuş ve yanındaki gölgeler aniden dağıldı. Onların dağılmasıyla, kapının önündeki simsiyah dikenli pıtrak çiçeği de anında soldu ve küle dönüştü.
Artık eşik serbestti. Ancak kulenin içinden gelen Cin’in sesi daha da güçlendi:
"Kaçmayın... Karanlıkta... buluşalım..."
Kırmızı gözlü kuşun ve gölgelerin çığlıkla dağılması, simsiyah dikenli pıtrak çiçeğinin küle dönmesiyle Ece ve Metin derin bir nefes aldı. Eşik serbestti. Bu, demirin Periler üzerindeki etkisini kanıtlamıştı.
"İşe yaradı!" diye fısıldadı Metin, Ece’ye hayranlıkla bakarak. "Hadi, hemen içeri girmeliyiz!"
Tam rahatlayıp kapıya doğru bir adım atmışlardı ki, ayaklarının dibinde, kulenin karanlık eşiğinde, tamamen bembeyaz, pürüzsüz tüyleriyle parlayan küçük bir oğlak belirdi.
"AA, gece vakti bunun burada ne işi var?" dedi Ece şaşkınlıkla, tehlikeyi bir anlığına unutarak. Oğlak o kadar sevimli ve masum görünüyordu ki, Ece otomatik olarak eğildi ve elini uzatıp hayvanı okşamaya çalıştı.
Ancak eli oğlağın tüylerine değmeden, hayvan aniden başını kaldırdı. O tatlı, masum oğlak sesi yerine, tüyler ürperten tiz bir ses duyuldu. Bu ses, Ece’nin az önce söylediği cümleyi, onun kendi ses tonunu ve tınısını kusursuzca taklit ederek,
"AA gece vakti bunun burada ne işi var?"
Ece’nin eli havada dondu. Metin hemen arkasından onu hızla geri çekti. "Dokunma! Bu bir yaratık! Bir Cin hilesi ya da daha kötüsü Peri büyüsü!"
Oğlağın parlak, sarı gözleri şimdi ikisine birden dikilmişti. Ağzını açtığında içerideki dil ya da dişler yerine, yalnızca dönen, koyu bir sis vardı.
Oğlağın sesiyle birlikte, Ece ve Metin’in gözleri önünde inanılmaz bir şey oldu. Oğlak sadece onları taklit etmekle kalmıyor, aynı zamanda büyüyordu! Bembeyaz tüyleri daha da parlıyor, boyu git gide uzuyordu. İlk başta küçük bir buzağı kadar, sonra bir keçi kadar oldu. Birkaç saniye içinde, Metin’in şaşkın bakışları arasında, oğlağın boyu neredeyse Ece’nin boyuna ulaştı. Şimdi karşılarında, abartılı şekilde uzamış boynuzuyla dev gibi ürkütücü bir keçi olup çıkmıştı. Çok pis kokulu koyu sis, ağzından daha belirgin bir şekilde dışarı sızıyordu.
"Işık!" diye bağırdı Ece, aniden bir şey fark ederek. "Gözleri ışığa hassas olabilir!"
Hiç tereddüt etmeden, Ece elindeki fenerin güçlü ışığını doğrudan oğlağın parlayan sarı gözlerine tuttu.
O an, kulakları sağır eden, tüyler ürperten tiz bir feryat yükseldi: "Işığı çekkkk!!"
Keçi, acıyla kıvranarak sendeledi. Bembeyaz tüyleri kararıp büzüşmeye başladı. Vücudu adeta buharlaşıyormuş gibi dağıldı, yavaş yavaş şeklini kaybetti ve sonunda, yerden yükselen bir duman bulutu haline gelip yok oldu. Geriye sadece keskin, yanık bir koku ve havada asılı kalan Cin’in öfkeli kükremesi kaldı.
İçeriden tüyleri diken diken eden bir çığlık duyuldu,
"Yaktınız... benim... oğlumuuuu!"
Bu ses, sadece bir öfke patlaması değildi; aynı zamanda bir uyarı, hatta bir tehditti. Ece ve Metin, Cin’in bu kadar yakın ve güçlü olmasından ürktüler ama geri adım atmadılar. Can’ın bu duvarların ardında bir yerlerde olduğunu biliyorlardı.
"Geri dönmek yok!" diye haykırdı Ece, sesi kararlıydı. Metin başıyla onayladı, elindeki sopayı daha sıkı kavradı. "Hemen hançeri bulup dışarı çıkmalıyız!"
Eşikten geçerek zifiri karanlık koridora adım attılar. Ece’nin fenerinin titrek ışığı, dar, rutubetli ve yosun kokan taş duvarlarda oynaşıyordu. Işığın ilk aydınlattığı şey, kulenin yaşından çok daha eski görünen, duvara ustaca kazınmış tuhaf semboller oldu. Bunlar, soğan kabuğu suyu ve kan karıştırılarak yazılmış Cin yazısıydı.
Ece ve Metin, bu ürkütücü izleri incelerken, koridorun sonunda, zifiri karanlığın içinde kımıldayan bir karartı fark ettiler. Karartı, hızla büyüyor ve yaklaşıyordu.
Metin, feneri yaklaştırarak bakmak isterken Ece kolunu tutup fısıltıyla, "Metin feneri üzerine tut ama sakın gözlerine direkt bakma!”
Artık koridorun tam ortasındaydılar. Gördükleri şey, akıl almaz bir korkunun fizikselleşmiş haliydi. Bu bir Cin’di, bir çirkinlik, saf bir nefret yığınıydı.
Vücudu, bir zamanlar insanmış gibi duruyordu. Ancak şimdi derisi, kulenin nemli taşları gibi, gri ve pütürlüydü. Vücudundan yer yer deri ve kanlı et parçaları sarkıyordu. Bacakları ve kolları gereğinden uzun ve kıvrıktı.
En korkuncu, yüzüydü. Yüzü, sanki aceleyle bir araya getirilmiş gibiydi. Göz yuvaları, iki derin, boş ve içinde ateş yanan iki çukur. Ağzı çenesinden göğsüne kadar uzanan kırmızı bir yarık.
Yaratık, üzerlerine doğru gelmede. Ece’nin aklında, “Gözlerine baktığın anda ruhunu ele geçirir” takıntısı var sadece. İkide bir Metin’e “Gözlerine bakma!” diye fısıldıyor.
Cin, o geniş, eğri ağız yarığından boğuk, hırıltılı bir sesle konuştu:
"Hançer... benim... koruyucum. Onu... alamazsınız. Çocuğu bulamazsınızzz!"
Cin, aniden inanılmaz bir hızla üzerlerine atıldı. O uzun, kavisli parmakları, Metin’in kalın sopasını kavradı ve onu anında un ufak etti!
Derken,
Cin, Metin’e saldırmak için son hamleyi yapacağı an...
Koridorun sessizliğini, Cin’in hırıltısını ve kalplerinin gümbürtüsünü paramparça eden yüksek bir ses yankılandı. Bu, Metin’in sırt çantasının yan gözünden gelen cep telefonunun zil sesiydi! Telefon, kulenin derinliklerinde bile bir şekilde sinyal bulmuştu ve Metin’in annesi arıyordu.
Telefonun sesinden midir, yoksa yaydığı sinyalden midir bilinmez Cin, bir anda Cin çarpmışa döndü.
İğrenç yaratık, sanki üzerine kaynar su dökülmüş gibi geri sıçradı. Ağzından, az önce duydukları hırıltılı sesten bin kat daha güçlü, kulakları sağır eden bir çığlık yükseldi. Bu çığlık, acı, nefret ve dayanılmaz bir tiksintiyle doluydu.
"Ne oluyor?" diye bağırdı Metin, panikle cep telefonunu susturmaya çalışırken.
Ece anladı: "Dur kapatma sakın, telefonu da açma. Telefon onun zayıf tarafı sanırım! Yaratığın haline bak!”
Cin, zincirlenmiş bir hayvana dönüşmüştü. Vücudundan gri dumanlar yükseliyor, derisi çürüyen bir et gibi kabarıyordu. O boş, kırmızı, parlayan göz yuvaları, telefonun ritmine dayanamayarak titriyordu. Cin, kendi vücuduna, o uzun, kavisli parmaklarıyla şiddetle vurmaya başladı, sanki içine yansıyan sesi susturmaya çalışıyordu.
" İğrençççççç! Kapatın şunuuuu…..” diye böğürdü.
Sesi son kez yankılanırken, Cin’in vücudu bir balona dönüşmüş gibi aniden şişti. Ece ve Metin, içgüdüsel olarak kendilerini duvar dibine attılar.
Ve sonra... korkunç bir patlama!
Cin, devasa bir bomba gibi havaya uçtu. Patlamanın şiddetiyle taş duvarlar sarsıldı. Geriye kalan tek şey; yanık kükürt, is ve Cin’in ruhunun külleri gibi etrafa yayılan koyu mor bir toz bulutuydu.
Koridor artık sessizdi. Toz yavaşça çökerken, Ece ve Metin öksürerek ayağa kalktı. Ortalıkta hiçbir şey kalmamıştı.
Patlamanın hemen yanındaki duvar dibinde fener ışığında parlayan bir şey vardı; parlak rengini koruyan, ince ve keskin ucuyla dikkat çeken gümüş bir hançer.
Can’ı kurtarmanın tek anahtarı buydu.
Cin’in patlamasıyla kulenin içi koyu mor bir toz ve yanık kükürt kokusuyla dolmuştu. Artık önlerindeki duvar yıkılmış, içerideki küçük, loş bir odaya giden yol açılmıştı.
"Hançer bizde," dedi Metin, sesi nefes nefese çıkıyordu. "Hemen geri mi dönelim?"
Ece hançeri sırt çantasına koyarken, gözü loş odanın köşesine ilişti. "Hayır, Can da buralarda bir yerde olmalı. Cin onu koruyordu, Perilere karşı bir yemdi belki de."
Feneri loş odanın içine tuttu. Oda küçüktü, ortasında eski, taştan bir sunak vardı. Sunak tamamen boştu, ancak hemen yanında, duvarın dibinde, küçük bir oyuğun içine sıkıştırılmış küçük, tahta bir oyuncak at duruyordu.
"Metin, bak!" diye fısıldadı Ece. "Bu Can’ın en sevdiği oyuncak atı!"
Ece atı kaptığı an, kulenin giriş kapısından, arkalarındaki karanlık koridordan bir tıkırtı sesi geldi. Ardından, metalik bir koku ve hafif bir kristal kanat çırpınışı sesi duyuldu. Peri Gözcüleri gelmişti. Cin’in patlaması onları uyarmıştı.
"Buradalar!" dedi Metin, panikle.
Ece’nin elindeki oyuncak at ise aniden soğuk bir titreme yaymaya başladı. Oyuğun duvarındaki taşta, atın tam arkasında, şimdi gözle görülebilir hale gelen, ince bir Peri yazısı belirdi.
Ece titrek bir sesle okudu: "Koruyucu gitti. Gelin, alın. Sessiz Göl’ün suları sizi bekler."
Sessiz Göl! Köyün Perilerin yaşadığı bilinen, kuzeyindeki bataklık ve puslu bölgeydi. Can oradaydı!
"Bizi tuzağa çekiyorlar," dedi Metin. "Ama Can’ın nerede olduğunu biliyoruz!"
Ece hançeri çıkardı, gümüş metal Peri yazısını yansıtırken parlıyordu. "Bu hançerle Perilerin üstesinden gelebiliriz. Ama arkamızdalar..."
Tam o anda, loş odanın taş zemininde, Cin’in patlamasıyla açığa çıkan bir delikten, soğuk ve pis kokulu bir hava akımı geldi. Belli ki bu oda, kulenin altındaki gizli tünellere ya da mahzenlere bağlanıyordu.
"Tünel!" diye bağırdı Metin. "Hemen aşağı!"
Ece, feneri açığa çıkan deliğe tuttu. Delik, nemli ve dar bir kaydırak gibi, kulenin bodrum katına iniyordu. Önce Metin, ardından Ece, hiç tereddüt etmeden kendilerini deliğe bıraktılar. Tam arkalarından, kulenin kapısı gıcırdayarak açıldı ve içeriye buz gibi, alaycı bir fısıltı yayıldı.
Aşağı indiklerinde, kendilerini su basmış, dar bir mahzende buldular. Dizlerine kadar soğuk ve pis kokulu sudaydılar. Su, tünelin diğer ucuna doğru yavaşça akıyordu. Hançeri sıkıca tutan Ece, Can’ın oyuncak atını suya bıraktı. Peri büyüsü ve Cin kalıntılarının etkisiyle, at suyun üzerinde yavaşça dönmeye başladı ve akıntının tersine, kuzeydoğuya doğru ilerledi.
"Yönümüzü biliyoruz," dedi Ece, Metin’e bakarak. "Sessiz Göl. At bizi Can’a götürecek!"
Ece ve Metin, yarım saatten fazla bir süre tünelde yürüdüler. Sonunda tünel dik bir yamaçla yukarı çıktı. Tünelin ağzından dışarı çıktıklarında, kendilerini Sessiz Göl’ün sisli ve bataklık kıyısında buldular. Hava, gürültülü ormanın aksine, burada tamamen ölü ve sessizdi.
Tam karşılarında, gölün ortasında, ay ışığında pırıl pırıl parlayan, küçük bir yüzen adacık vardı. Adacığın üzerinde, uzun, gümüş saçlı ve kristal kanatlı, altı adet Ak Kanatlar Peri savaşçısı nöbet tutuyordu. Ve onların tam ortasında, uykuda gibi duran küçük Can vardı. Can, etrafında örülmüş, ince ve parlayan bir büyü çiti ile çevriliydi.
"Can!" diye fısıldadı Ece, hançeri elinde titriyordu.
Perilerin lideri, adacığın kenarında duran, uzun boylu ve gözleri ay ışığı gibi parlak olan Gümüş Kraliçe’ydi. Kraliçe gülümsedi.
"Geldiniz, ölümlüler. Cesaretiniz takdire şayan. Ama kardeşiniz bizimdir. Bu, sizin topraklarınızdaki sihir için bir fidyedir."
Ece tek başına gölün kenarına çıktı, gümüş hançeri kraliçeye doğru uzattı. "Büyünüzü bu bozar! Bırak onu gitsin!"
Kraliçe alaycı bir kahkaha attı. "Basit bir metal parçası... Korkakça! Bizim gücümüzü küçümsüyorsunuz!"
Ancak Ece hançeri fırlatmadı. Bunun yerine, hançeri başparmağına sürterek parmağını kesip kanattı.
Gümüş hançer, Ece’nin kanıyla kaplandığı an, sadece Perilerin büyüsünü bozan bir metal haline geldi.
Hançer aniden göz kamaştırıcı bir gümüş ışıkla parladı.
"Bu hançer," diye haykırdı Ece. "Kardeşimi kurtarmak için feda ettiğim kanımla birleşti. Sizin tümünüzü yakacak bir ışığa dönüştü!”
Gümüş ışık, bir şok dalgası gibi gölün üzerinde yayıldı. Işık, Perilere ulaştığı an, Gümüş Kraliçe ve savaşçılarının kanatları kırılan cam gibi dağılmaya başladı. Peri ordusu, acı içinde çığlık atarak gözden kayboldu, tıpkı Cin gibi mor bir duman halinde çözüldüler.
Büyü çiti de dağıldı.
Can serbest kaldı.
Ece yaralı eliyle adacığa yüzdü. Metin de hemen peşinden suya atladı. Ece, soğuktan titreyen Can’ı kollarının arasına aldı. Küçük çocuk uykudan uyanmış gibi şaşkındı.
"Ece abla... Ne oldu?"
Suat Zobu
5.0
100% (4)