2
Yorum
14
Beğeni
5,0
Puan
392
Okunma

UNUTMANIN HATIRLATTIKLARI
Hayal et: Roma’nın kalabalık forumlarında bir imparatorun heykelleri yükseliyordu: taşın üzerinde donmuş bir yüz, zaferlerin ve kudretin sembolüydü. Fakat bir gün, siyasi dengeler değişti. Emir geldi: O yüzler kırılacak, isimler kazınacak, sanki hiç var olmamış gibi tarihten silinecekti. Damnatio memoriae yani ; "hatıranın lanetlenmesi" işte böyle bir şeydi. Ama ironik olan şuydu: Kazınmış taşın boşluğu, yıkılmış heykelin sessizliği, unutulmak istenenin varlığını daha güçlü biçimde hatırlattı. İnsanlar, “burada biri vardı” diye fısıldamayı sürdürdü.
Bu yalnızca Roma’ya özgü bir hikâye değildi. Yazının ilerleyen bölümünde başka örneklere de şahit olacağız. Toplumsal bellek, yalnızca hatırlananların değil, aynı zamanda unutturulmak istenenlerin izleriyle de inşa edilir. Bir toplumun kimliği, hem hatırladıklarının hem de bilinçli olarak unuttuklarının toplamıdır.
İşte tam da bu noktada şu sorunun eşiğine geliriz: Toplumlar geçmişi nasıl hatırlar ve nasıl unutur? Bu sorunun cevabı bizi doğrudan şu tartışmaya götürür:
Toplumsal Bellek ve Kolektif Unutma: Geçmişin İzleri ve Toplumsal Kimliğin İnşası
Toplumsal bellek, bir toplumun tarihsel deneyimlerini, travmalarını, başarılarını ve hatıralarını ortaklaşa paylaştığı ve kuşaktan kuşağa aktardığı zihinsel ve kültürel bir yapıdır. Bu belleğin şekillenmesi, sadece geçmişin hatırlanması değil, aynı zamanda unutulmasıyla da ilgilidir. Kolektif unutma, kimi zaman toplumsal uzlaşma ve yeniden yapılanma için bir strateji iken, bazen de baskı ve dışlayıcılığın aracı olarak işlev görür.
Bir toplumun kimliği, bu belleğin hangi parçalarını hatırlayıp hangilerini unuttuğuyla doğrudan ilişkilidir. Tarih boyunca yaşanan travmalar, savaşlar, sömürgecilik, soykırımlar veya sosyal adaletsizlikler; hatırlanması gerekenler kadar unutulması tercih edilenleri de barındırır. Kolektif unutmanın sınırları ve mekanizmaları, güç ilişkileri ve ideolojik yönelimlerle şekillenir; bu süreçte hangi anıların “resmi” belleğe dahil edileceği, hangilerinin dışlanacağı belirlenir.
Bu bağlamda, toplumsal belleğin ve kolektif unutmanın etkileşimi, toplumların geçmişle yüzleşme biçimlerini, barış süreçlerini ve geleceğe dair umutlarını etkiler. Unutmak bazen acıyla başa çıkmanın bir yolu olurken, bazen de adalet arayışının önünde engel teşkil eder. Kısacası, unutma ile hatırlama arasındaki bu gerilim, toplumların çatışmalarını da, barış arayışlarını da belirleyen şeydir. Yani mesele, sadece tarih değil, bugünümüzdür.
Felsefi ve Kuramsal Analiz: Bellek ve Unutma Diyalektiği
Bellek bireysel düzeyde nasıl kimliğin taşıyıcısıysa, toplumsal düzeyde de bir halkın ya da topluluğun kimliğinin temel bileşenidir. İnsan, kendisini hatırladığı şeyler üzerinden tanımlar; toplum da geçmişin hangi parçalarını hatırladığı ya da unuttuğu üzerinden kendine bir kimlik biçer. Ancak burada önemli olan, belleğin hiçbir zaman “nötr” olmamasıdır: Toplumsal bellek daima seçicidir. Hatırlamak, aynı zamanda unutmayı gerektirir.
Felsefi düzeyde, bu hatırlama–unutma gerilimini ilk fark edenlerden biri Nietzsche’dir. Ona göre unutma, yalnızca bir eksiklik değil, aynı zamanda yaşamın devamlılığı için zorunlu bir yetidir. İnsan geçmişin tüm ağırlığını sürekli taşısaydı, hareketsiz kalırdı. Bu görüş, kolektif düzeye uyarlandığında şu soruyu gündeme getirir: Bir toplum, hangi geçmişleri unutmalı ki yaşayabilsin? Ve hangi geçmişleri unuttuğunda kimliğini kaybetme tehlikesine girer?
Maurice Halbwachs’ın geliştirdiği “kolektif bellek” kavramı bu noktada kritik bir çerçeve sunar. Halbwachs’a göre bireysel bellek, aslında toplumsal çerçeveler içinde şekillenir; yani biz kişisel olarak hatırladığımızı düşündüğümüz şeyleri bile toplumun sunduğu dil, semboller ve ritüeller aracılığıyla hatırlarız. Dolayısıyla “kolektif unutma” da bireysel hafızaları dönüştürür. Bu, yalnızca politik bir baskı meselesi değil; aynı zamanda kültürel olarak işleyen bir mekanizmadır.
Hannah Arendt ise bu tartışmayı “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla başka bir boyuta taşır: Bir toplum, hatırlamayı reddettiğinde, kötülüğü normalleştirme riski doğar. Unutma, geçmişteki travmalarla yüzleşmek yerine onları sıradanlaştırarak gelecek kuşakların aynı döngüleri tekrar etmesine zemin hazırlar. Burada bellek yalnızca geçmişin korunması değil, aynı zamanda etik bir sorumluluktur.
Foucault’nun yaklaşımı ise daha farklıdır: Ona göre hatırlama ve unutma, bir iktidar stratejisidir. Toplumsal bellek, bir hakikat rejiminin parçası olarak şekillenir. Devletler, kurumlar, hatta medya; neyin hatırlanacağını ve neyin unutulacağını belirleyerek toplumsal bilinç üzerinde hegemonya kurar. Burada unutma, pasif bir kayıp değil, aktif bir iktidar pratiğidir. Unutturulan her şey, aslında hatırlatılmak istenmeyenin izini taşır.
Bu felsefi ve kuramsal analiz bize şunu gösterir: Toplumsal bellek ile kolektif unutma, birbirini dışlayan değil, birbirini tamamlayan iki süreçtir. Hatırlama olmadan unutma, unutma olmadan hatırlama mümkün değildir. Ama mesele, hangi toplumsal güçlerin bu seçimi yaptığı ve bu seçimin nasıl bir kimlik inşa ettiği sorusunda düğümlenir.
Tarihsel Örneklerle Toplumsal Bellek ve Unutma
Yazının girişini Roma İmparatorluğunu hayal ederek başlamıştık. Biz hayal ettik ama bu eylem gerçekte dünya tarihinde defalarca gerçekleşti. Tabi ki pek çok örnek var buna benzer. Şimdi de onlara bakalım:
1. 20. Yüzyılın Kara Defteri – Soykırımlar ve Sessizlik
Geçelim modern çağa… 20. yüzyıl, sadece savaşların değil, aynı zamanda “unutma politikalarının” da çağıydı.
Örneğin, kimi soykırımlar yalnızca kurbanların hayatlarını değil, hatıralarını da hedef aldı. Anlatılmasın diye köyler yakıldı, belgeler yok edildi, diller yasaklandı. Ama belleği susturmak imkânsızdır. Tanıklık eden birkaç kişinin anlatıları, kuşaktan kuşağa yayıldı ve “kolektif unutma”ya direnen küçük adacıklar oluşturdu.
Burada şunu görüyoruz: Toplumsal bellek, bazen resmi tarihin dışında, şarkılarda, fısıltılarda, mezar taşlarında yaşamaya devam eder.
2. Askeri Darbeler ve “Kayıp Yıllar”
Daha yakın tarihlerde, diktatörlükler veya askeri rejimler, kolektif unutmayı sistematik bir yöntem haline getirdi. Kitapların toplatılması, gazetecilerin susturulması, bazı kelimelerin yasaklanması…
Örneğin Güney Amerika’daki “kayıp insanlar” : Binlerce kişi gözaltında kayboldu ve devlet onların adını bile anmayı yasakladı. Ama anneler, kaybolan çocuklarının fotoğraflarıyla her hafta meydanlara çıktı. Sessiz, ama çok güçlü bir direnişle “unutmaya karşı hatırlama” hareketini kurdular.
Buradaki paradoks şu: Bir şeyi ne kadar unutturmaya çalışırsanız, o kadar fazla hatırlatıcı üretirsiniz. Yasaklanan kelimeler, duvarlara yazılır; yakılan kitaplar, daha fazla okunur.
3. Antik Mısır’da Hatşepsut’un Silinmesi
Mısır’ın ilk kadın firavunlarından Hatşepsut, güçlü ve etkili bir hükümdardı. Ancak öldükten sonra, yerine geçen Thutmose III onun izlerini tarihten silmeye çalıştı: Tapınaklardaki kabartmalar kazındı, heykelleri yok edildi, adı anıtlardan çıkarıldı. Ama ironik olarak bu “silme” çabaları, Hatşepsut’un varlığını daha görünür kıldı. Bugün onun hikâyesini, kazınan yüzlerin ve yok edilen yazıtların arasındaki boşluklardan öğreniyoruz.
Bu tarihsel örnekler şunu gösteriyor:
Unutma asla tam bir yok etme değildir. Her unutma girişimi, belleğin başka bir kanaldan, başka bir biçimde geri dönmesini sağlar.
Günümüzün Bellek Savaşları: Dijital Çağda Hatırlamak ve Unutmak:
Bugün bellek dediğimiz şey nerede yaşıyor dersiniz? Sadece anıtlarda mı, yoksa telefonlarımızdaki fotoğraf arşivlerinde mi? Bir olay olduğunda, saniyeler içinde milyonlarca görsel, video ve metin internete düşüyor; bu sayede geçmiş, hiç olmadığı kadar hızlı ve yaygın biçimde kayda geçiyor. Artık unutmak, eskisi kadar kolay değil gibi görünüyor.
Ama bu yeni çağın bir paradoksu var: Her şeyin kaydedildiği bir dünyada, hatırlamak gerçekten mümkün mü? Dijital hafıza, bilgiyi korumakla kalmıyor, aynı zamanda onu görünmez de kılabiliyor. Veri bolluğu içinde önemli olan, çoğu zaman önemsiz gürültünün arasında kayboluyor. Dahası, algoritmalar hangi bilgiyi önümüze getireceğine, hangisini gölgede bırakacağına karar veriyor. Böylece “unutma”, artık yalnızca silmek değil, görünmez kılmakla da gerçekleşiyor.
Sosyal hareketler bu yeni hafıza rejiminin en ilginç örneklerini sunuyor. Bir fotoğraf, bir hashtag, bir video klip kısa sürede küresel bir hafızaya dönüşebiliyor. Sessiz kalması beklenen bir tanıklık, dijital ağlarda yankılanarak kolektif bir hatırlamaya dönüşüyor. Bu bağlamda, toplumsal bellek artık ulusal sınırlarla sınırlı değil; küresel dolaşıma açılmış, çok sesli ve dağınık bir yapı haline gelmiş durumda.
Bu sebeple , toplumsal bellek ile kolektif unutma arasındaki gerilim günümüzde daha da keskinleşmiş durumda. Tarih boyunca olduğu gibi bugün de, unutulmak istenen şeyler çoğu zaman başka biçimlerde geri dönüyor. Roma’daki kazınmış taşlar, Sovyetler’in silinmiş yüzleri ya da bugünün dijital arşivleri… Hepsi bize aynı gerçeği hatırlatıyor:
Ama ironi şu ki, ne kadar silmek isteseler o kadar görünür olur bazı şeyler...
5.0
100% (2)