11
Yorum
31
Beğeni
4,9
Puan
812
Okunma

Can alınıp can verilirdi bazı evlerde.
Kimi evin koyunu, bir diğer evin kız çocuğundan daha kıymetliydi.
Diller vardır, bir tek o hanenin içindekilerin anladığı. İşte annemin kaşları, o dillerden biriydi.
Babamın aslan oğlu, zengin, soylu bir ailenin biricik kızına sevdalanmıştı; Ağaların Ağası Sait Ağanın biricik kızına…
Babam…
Babam ki, ağaların, beylerin gözünde bir zerre, bir toz tanesi.
Oğlu, aslan, kaplan, yırtıcı kartalı…
“Sevdalanmışsa alırız,” dedi kızı. Oğluna da ancak Ağa, Bey kızı yaraşırdı.
Köyün kahvehanesinde konuşmuşlar. Ağanın yamağı Hıdır efendiye, oracıkta haber salmışlar.
Haberi alıp kahvehaneye gelen Hıdır efendi, önce şöyle bir süzmüş babamın çulsuz, kendinden emin hallerini. Daha sonra alaylı bir tavırla, “neyine güveniyon a deli Cemal!” Demiş.
“Senin gibi marabanın, maraba oğluna kız mı verir Sait Ağa! gel vazgeç bu işten. Oğluna da söyle yol yakınken dönsün, olacak iş değil.”
Hırpalanmış olsa gerek babam, o şeytani gururundan.
“Olur, olur. Sen hele bir haber et, hele bir var da deyiver muradımızı, Ağa ne derse, o!”
Kahvehanede kim var kim yok, bel vermiş babama. “De yahu! Ne olacak, ölüm yok ya ucunda, anlayışlıdır Sait Ağa, kısmetse olur, kimse bilmez…”
Her ağızdan çıkan bu sözlerle varır Ağanın huzuruna, babamın söylediklerini bir bir anlatır Hıdır efendi.
Ağa bişey demez. Ama bıyık altından da güler, sakalını kaşır, avlusunda bir aşağı, bir yukarı adımlar, gönderir yamağını.
Ne düşündüğünü kimse bilmez ama aradan biraz zaman geçtikten sonra Hıdır efendiyi tekrar çağırır.
“Var git bakalım deli Cemal’e. Gelsin na bu akşam istesin kızımı.”
Hıdır efendi el pençe divan, şaşkınlıkla ayrılır ağasının huzurundan ve soluğu köyün kahvehanesinde alır.
Ulak diye kahvehanenin çırağı Selim’i gönderirler babama.
Babamı bulup getirir Selim.
Ben Selim’i İlkokuldan bilirdim. Önümdeki sırada oturur, kirpikleriyle bakışlarını perdeler, arkasına dönüp dönüp bana bakardı.
Yüzünde hep, kıyametleri dindiren, ağustosun sıcağına diklenen, aralığın karına, kışına kafa tutan bir tebessüm olurdu.
Sait Ağanın fetvasını alan babam, eve koşar adım, topukları kıçını döve döve gelir.
Annem, ahırda iki ineğinin başında, ağabeyim, küçükbaş sürümüzü otlaktan eve yeni atmış, hepi topu yirmi baş koyun… bir yorulmuş, bir yorulmuş.
Sac ekmeği arasına sıkıştırdığı çökelikli çomağını kemiriyor. Gönlünde kim bilir deli sevdası ne türküler yakıyordu.
Yaşım on iki. Babam, okumak denen ilmin, hakkım olanını bana lütfetmiş, artık evde anamın dizinin dibinde oturma vazifeme başlamıştım.
Üstelik emekliliği de yok bildiğim tek işti.
“Olacak iş değil,” dediyse de anam, babamın bıyıklarının bile hakim olamadığı bir kaç tükürük damlası bastırdı sesini.
O gece en temiz, en güzel mintanlarını giyip gittiler Sait Ağanın evine.
Annem, sabahtan maya çaldığı bir satıl yoğurdu, iki gün önce tuzlayıp bastığı koca bir torba peyniri, hepsini, hepsini aldı sırtına ve düştü gözü bir şey görmeyen babamın peşine.
Çok geçmedi, döndüler.
Anam perişan, babamın yüzünde güller açıyor. Ağabeyim desen, ayakları yere basmıyor.
Gözünü yerden kaldırmadan, “etme ağam,” dediğini duydum anamın. “Etme!”
Gürledi babam. Uzaktan duyduğum şimşek seslerine benzettim. Yoksul evimizin tavanını, ağır ağır kara bulutlar sarmaya başladı.
“Vermezse vermesin kızını. Ne yaparız, ne ederiz. Koyunları anladım, ver! Feda olsun oğluma. İnekleri de verdin. Kurban olsun oğluma. Ama gel kıza dokunma.”
Tevekkeli değildi göğün gürlemesi. Şimşekler çaktı, yağmur, kar, dolu… fırtına koptu, fırtına!
“Kıza dokunma…”
Yaşım on iki…
Hatice vardı sınıfımda, Yusuf eminim kızı. “Babam, kızımın ağzı süt kokuyor dedi anneme,” demişti. Nasıl da işveli işveli anlatmıştı. Gülmüştüm.
Ağzı süt kokmak ne demektir hiç anlamamıştım. Bebe miydi bu? Değildi! Koca kızın ağzı nasıl süt kokarmış, anlamamıştım.
O gece, yer yatağımda anne babamın Sait Ağanın evinden dönmesini beklerken ve onlar döndüğünde babamın tükürüğü yüzümüze yağıp, fırtına kopup da saçlarım sırılsıklam olurken almıştım, ağzımdaki süt kokusunu.
Ağabeyim ermişti muradına. Kızını vermişti Sait Ağa. Karşılığında başlık olarak iki ineğimizi, on beş küçük baş davarımızı ve, ve… ve bir de beni.
Kimse bana, Sait Ağanın evlatlığı olmak istiyor musun diye sormadı. Hem kim soracaktı.
Anam günlerce ağladı, ağıtlar yaktı.
Zengindi Sait ağa. Köyleri, bağları, bahçeleri, şehirde evleri, sayısız marabası vardı. Babam da onlardan biriydi. Babam onun malıydı. Köydeki herkes, her şey onundu.
Ben de öyle!
Evinde yaşayayım istemişti. Severmiş meğer.
Tek kız çocuğunu everince, yalnız kalacaktı Sait Ağa.
İki karısı, yedi oğlu, malı mülkü olacaktı da bir kız çocuğu olmayacaktı. Severmiş meğer.
Anam ağlarken ona ihanet ettiğim zamanlar oldu. Babamdan daha iyidir diye düşündüm Sait Ağa için. Dövmez, sövmez, hırpalamaz, en önemlisi belki hiç korkutmaz dedim çok kez içimden.
Sonra bu düşüncelerimin üzerine annemin feryatları yağdı. Tükenmez kalem yazısı gibi dağıldı hayallerim. Bulandı. Ağlamasaydı bulanmayacaktı belki de kurtulacağım diye heveslendiğim duygularım.
“Korkma kızım,” dedi anam. “Korkma! Ben kurtaracam seni.”
Oysa biliyordum, kurtaramazdı. Bunu yapabilecek olsa, beni babamdan korurdu. Ama o gücü yoktu zavallımın.
“Tasalanma ana,” dedim gülümseyerek. “Hiçbir şeycik olmaz. Gelir giderim yanına. Babam sana zulmetmesin diye Sait Ağayla da konuşurum ona alışınca. Hem zaten ne ki! Şurası. Sen de gelir gidersin. Bazı geceler koynunda uyurum.”
Anamın hıçkırıkları zamana karıştı ama zamanla yarışamadı.
Dördüncü hafta kapımızın önünde yedi davul çaldı. “Güm, gün, güm!”
Sesleri, taa karşı köylerden duyuldu. Tanıdık, tanımadık kim varsa düğün sofrasına yumuldu.
Eli boldu Sait Ağanın. Öyle böyle bir iş değildi hem, biricik kızını gelin ediyordu.
Köy meydanında büyük büyük kazanlar kuruldu. Kavurmalar, pilavlar, kurbanlar… kesilen davarın hadi hesabı olmadı.
Herkes yedi, içti, halaya durdu.
‘Yaa ya!’ Sesleri her yerden duyuldu.
“Ki zava ki zava?” Sorusu kulaklarımda günlerce uğuldadı.
Kimdi zava?
Günlerce süren ziyafette, evimize girip çıkan sayısız misafirin arasından, uzaktan bir kerecik Selimin yüzünü gördüm.
Yüzüne düşen karanlığın ardından tanımak zor oldu. O upuzun kirpikleri hani, neredeydiler?
Elinde bohçalarla gelip, yine bohçalarla gitti.
Getirdikleri değil de, götürdükleri bedenine ağır geliyordu, belliydi. Yerde sürüye sürüye, ardı sıra çekiyordu.
Davul seslerine artık sağırlaşmaya başladığım günlerdi, yedinci gün!
Anam elinde beyaz, süslü, dantelli elbiseyle girdi yüklük odasına.
Hiç konuşmadı.
Kazağımın eteklerinden tutu. Yeni yeni tomurcuklanmaya başladıkları için ağrıyan memelerimi sıyırarak yukarı çekip, çıkardı.
Kazağım çıkarken sıska bedenimden, kendisiyle sıyırdığı, altına giydiğim kalın askılı atletimi aşağı çekip düzeltti.
Üzerime dantelli beyaz elbiseyi geçirdi. Arkama geçti, saçlarımı, sözde hamam tasıyla getirdiği suyla ıslatıp, tahta tarağıyla yavaş yavaş taradı. Oysa ben, saçlarımın, onun gözyaşlarından ıslandığını kendi gözlerimle gördüm.
Konuşacak oldum, kaşlarını kaldırdı. Anam ne zaman kaşlarını kaldırsa, ustalıkla susardım. Bilirdim ki benim selametim içindir.
Saçlarımı taradı, her iki omzumdan birer örgü sarkıttı. Uçlarına kırmızı, ince kurdelalar bağladı.
Şalvarının lastiğinden yaldızlı, ışıl ışıl parlayan, tül, kırmızı bir eşarp çıkardı. Başımın ütüne attı, yüzüm kapandı.
Kızıl tülün ardından yüzüne bakıp yine bir şey söyleyecek oldum, tekrar kaşlarını kaldırdı.
Sustum.
Annemin söyleyecek sözü olmadığını bildim. Ancak söyleyecek sözü olmadığında bu kadar güzel ve zarifçe kıvrılırdı çünkü kaşları.
Daha üç beş ay önce gelin edilen Safiye teyzenin kızı Gülseren ablaya ne çok benzemiştim.
Davul sesi kapıdan geldi. “Güm, güm, güm!”
On kadar kişi, adeta kapıyı omuzlayarak girdi içeri. Ardından kadınlar, kızlar… aralarında Gülseren abla da vardı, Selim de…
Zılgıtlar, alkışlar, kulağımın dibinde patlayan davullar, göğsümü yırtan, boncuklu, rengarenk zincirlerle süslenmiş zurnalar…
Ağabeyim, elinde kırmızı, kalın bir kemerle, kalabalığı yara yara içeri girdi, kolunda babamla.
Bir zılgıt, bir zılgıt, bir zılgıt daha…
Onlarca zılgıt eşliğinde belime iki kez bağlanıp çözülen, üçüncüsünde nefesimi kesen sıkı bir düğünle sabitlenen kemerle, henüz hazır olmadığım o kadın oluverdim birden.
Bir kez daha baktım anama. Bir kez daha kaldırdı kaşlarını koluma girerken.
Kalabalığın ortasında duran Selim’i sıyırdı eteklerim, eşikten çıktık. Ayağımda yamalı çorap, lastik ayakkabı…
Eşikten çıkarken ağabeyimi sevdiği kızla kol kola karşımda gördüm. Ne de güzel gelin olmuştu sevdiği.
Bir kolunda babası, diğerinde ağabeyim.
Babam beni anamın kolundan koparıp beş on adım daha yürüttü.
“Güm, güm,güm!”
Kızının kolunu bırakan Sait Ağa, gelip benim koluma girdi.
Dirsekleri başıma değe değe arkasındaki kalabalığa döndü.
“Hayırlı uğurlu olsun. Tüm köy şahittir ki bugünden itibaren namus ortağı olduk, Allah utandırmasın. Herkes bilir ki baba evinden gelinliğiyle çıkan kız, baba ocağına ancak kefeniyle döner,” dedi.
Sözlerini bitirir bitirmez, davullar daha da hızlı gümbürdedi. Zılgıtlar yeri göğü deldi.
Kalabalığın içinde annemi aradım gözlerimle. Buldum. Göz göze geldik. Kaşlarını kaldırdı, gözlerini sıktı, sonra kayboldu.
Boynuna nazarlıklar, boncuklar, süslemeler asılmış atın sırtında, Sait Ağanın arkasına oturup, düşmemek için ona sıkı sıkı tutundum.
Atın adımlarıyla beraber uzaklaştı davul, zılgıt sesleri.
Son bir nara duyuldu kaybolan kalabalığın ardından; ki zava, ki zava?”
Ve ona cevaben bir başka ses, “Sait ağa zava, Sait ağa zava!”
Sait ağaydı zava.
(Doğup büyüdüğüm coğrafyada ‘berdel’ edilmiş ve çocukluğunu yaşayamamış, hayata en zor yerinden başlamış tüm kız çocuklarına…
Ve ablama, ve ablama!)
Zeynep Perçin
5.0
89% (8)
4.0
11% (1)